24 Ocak 2016 Pazar

ÇANAKKALE SAVAŞLARI'NDA "KESKİN NİŞANCI TÜRK KADINLARI" EFSANESİ...

Birinci Dünya Savaşı'nın Çanakkale cephesi, savaşın ilk cephelerinden biri olmaktan başka, bir de "zorunlulukların yarattığı icatlar"ın denendiği bir cepheydi... Savaş alanının birkaç kilometrekarelik bir arazi içinde sıkışıp kalması, bu alanın çok sert olan coğrafi ve fiziksel özellikleri, özellikle Türk tarafının araç­gereç ve mühimmat eksikliği, burada savaşan insanları "ellerine geçen herşeyle savaşma"ya itmişti... Örneğin; savaşın ilk günlerinde işgalci güçlerin ellerinde el bombası azdı. Türkler ise, el bombalarını sık kullanıyorlardı. Özellikle ANZAC'lar, yakın siper savaşlarının yaşandığı Anzac bölgesinde bu silahtan çok zarar görünce, kendi el bombalarını yapmaya başladılar; boşalmış konserve kutuları topluyor ve daha sonra içine patlayıcı, çivi ve metal parçaları koyarak el bombası yapıyorlardı. Bir diğer örnek lağımcılıktı... Türk ordusunda çok eski tarihlerden beri bulunan lağımcı sınıfı, o güne kadar sadece kalelere taarruzlarda kullanılmıştı. Arıburnu'nda ise, arazi engebeli, yarlar ve vadilerle bezeliydi. Siperler birbirine çok yakın olduğu için hücum etmek de güçleşmişti. Dolayısıyla, toprakta tüneller açılarak karşı siperlerin altına kadar gitme ve oraya büyük miktarda patlayıcı yerleştirilerek düşman siperini havaya uçurup ele geçirme düşünüldü. İlk uygulama da 5. Tümen'in Bombasırtı'ndaki 14. Alay'ı cephesinde 28 Mayıs'ta yapılmıştı. Ancak, özellikle çoğu madenci olan ANZAC askerleri, mukabil lağımlarla Türkler'e karşılık vermekte gecikmedi. Türk güçleri, istihkamcıların (lağımcı) yanısıra, Zonguldak'ta kömür ocaklarında çalışmış gençleri de toplayarak lağım çarpışmalarının yaşandığı siperlere sevketti. Seddülbahir cephesinde bu tür çarpışmalara Alman istihkamcıları da katıldılar... Türkler lağımları kazma­kürekle açarken, düşman hayli modern kazı gereçleri kullanıyordu. Böylece, iki taraf arasında büyük kayba yol açan bir "lağım savaşı" başladı. Türkler, lağım çalışmalarında zamanla, düşman ölülerinden veya zaptedilen siperlerden ele geçen İngiliz veya Avustralya malı siper kazma araçlarını kullanmaya başladılar. Avustralya lağım makinesi, Anzac’ta kullanılması için Prof. Edgeworth David ve E.W. Skeats tarafından geliştirilmişti, ama ancak çarpışmaların sonuna yetişebildi. Araç da sadece Fransa’da ve savaş alanında bir “ilk” olarak kullanıldı. Savaşın en ilgi çeken silahı ise, "periskoplu tüfek"ti... Siper savaşlarında başlarını bir karış bile kaldıramayan ANZAC askerlerinin icat ettiği bu araçla nişan alan asker, başını siperden çıkarmadan düşmana ateş edebiliyordu. Bir tahta kutu içine uyarlanan ayna parçalarıyla yapılan bu basit aracın işgal edilen bir siperde ele geçmesinden sonra, aynı yöntemi Türkler de uygulamaya başladılar. Ancak, savaşın belki de en yıldırıcı olayı, gerek periskop, gerekse periskopsuz yapılan "sniper" atışlarıydı... Özellikle Anzac cephesinde yoğun olarak başvurulan bu yöntem, birçok Türk askeri ve düşman subayının ölümüne neden oldu; askerin arasında dehşet saldı... Bu dehşet o kadar yoğun olmuştu ki, "sniper" olgusundan hemen her mektup ve hatıratta söz edildi. Ne var ki, İngilizce'de, "gizlenerek uzaktan ateş etme" anlamına gelen "to snipe" kelimesinden üretilen "sniper" kelimesi de, kitapları ve makalelerinde hep sansasyon peşinde koşan kimi profesörlerimizce "keskin nişancı" olarak çevrildiğinden, bu konuda da birçok hurafe ortaya çıktı...Çanakkale cephesinde eli silah tutan ve attığını vuran askerler, her iki tarafta da el üstünde tutuluyordu... Bunun iki nedeni vardı; birincisi, bu tür beceri sahipleri, nokta atışları ile karşı tarafın rütbeli subaylarını öldürüyor ve komuta ettiği bütün birliğin de moral bozukluğuna ve kargaşaya kapılmasına neden oluyordu. İkinci neden ise çok daha pratikti; karşı tarafa en az sayıda mermiyle en fazla zarar veriliyordu. Örneğin; General Egerton, 26 Haziran'da Kraliyet İskoç birliğinden Dewar adlı bir subaya "yaptığı iyi atış" için kutlama mesajı göndermişti. Mesajın gerekçesi, Kraliyet Atıcılık yarışması birincisi olan Dewar'ın, 21 Haziran günü, geri hatlara musallat olan bir Türk keskin nişancının vurulması operasyonunu başarıyla tamamlamasıydı... 163. Alay'ın zengin subaylarından biri de, sırf bir Türk keskin nişancısı avlamak için kendi parasıyla Suvla cephesine çok pahalı bir Martini tüfek getirtmişti... Savaşın ilk günlerinde, bu tür "attığını vuran" kişiler azınlıktaydı... Gerçi, Türk ordusu deneyimli askerlerden oluşuyordu; ama, Çanakkale öncesi neredeyse hiç atış talimi yapamamıştı. Çünkü cephane azdı, tüfek azdı, talimler tahta tüfeklerle yapılıyordu. Birçok taburda askerin yarısı tüfek taşıyabiliyordu. Geri kalanı ancak cepheye sevkedildiğinde edinebilmişti tüfeğini; hücumda vurulan arkadaşının tüfeğini alıp ilerlemek zorundaydı... Üstelik, "boşuna mermi yakılmaması" yolunda sıkı emirler vardı... Ancak, onca kısıtlamaya karşı, Türk askerleri kısa zamanda deneyim kazandılar. Özellikle Shrapnel ve Monash Vadisi’ndeki, havada uçuşan top mermilerinden daha ölümcül olan bir diğer şey Türk keskin nişancılarıydı (sharp shooter). Bu keskin nişancılar, sırtların üzerindeki kamufle edilmiş yerlerden ateş ediyorlardı. Yeni Zelanda Seferi Kuvvetleri’nin Wellington Taburu’ndan Teğmen T. Grace’in komutasındaki bir grup ‘karşı keskin nişancı’ burada Türk keskin nişancılarına meydan okudu. Bir nişancı ve teleskopla gözetleme yapan bir gözcüden oluşan Anzac keskin nişancıları, bütün gün Türk keskin nişancı mevzilerini izleyip, en ufak bir hareket gözlediklerinde onlara ateş ediyorlardı. Düşman ordusunun şartları ise daha farklıydı.

Anzac askerleri arasında kamuflaj kılığında bir Türk 'sniper'ı...


 Özellikle yarımadanın kuzeyine çıkarılan birlikler (ANZAC'lar dahil) ilk kez savaş görüyorlardı ve çok kısa süren bir eğitim almışlardı. Arazi de gizlenerek ateş etmeye çok uygundu. Güneye çıkan birlikler deneyimli askerlerden oluşuyorlardı ama oradaki cephe de bu tip bir çarpışmaya uygun değildi; siperler kuzeydeki kadar birbirine yakın değildi. Çıkarmanın ilk günü biraz keskin nişancı atışı olsa da, bunu yapanlar da sahilleri savunan Türk birliklerinin arasındaydı... Keskin nişancıların yanısıra, "sniper" ismi verilen kişilerin çalışma yöntemi şöyleydi: Nişancı, genellikle çeşitli kamuflajlar altında askerin yoğun olduğu siperlerden uzaklaşır ve karşı tarafın dikkati düşmanın üzerindeyken, onların siperlerini görecek sakin bir köşede sessizce beklerdi... Ne zaman açıkta bir er veya bir subay görürse, ateş eder ve onu tek mermiyle öldürmeye çalışırdı. Bu atışı yaptıktan sonra da muhakkak yer değiştirmesi gerekiyordu, çünkü, 2. bir atışta yeri anlaşılabilirdi. Atışlar 50­150 m. bir mesafeden yapılabiliyordu. Daha kısa mesafe el bombası yemeye, daha uzağı da ıskalamaya neden oluyordu. Bu yöntem nedeniyle, özellikle Suvla çıkartmasında, çok kayıp verilmesi üzerine, rütbeli subaylar bir sniper'a hedef olmamak için metal işaretlerin olduğu apoletlerini sökmüşler, bunun yerine omuz ve kollarına kalemle işaret çizmişlerdi... Baklava işareti subayları, çizgiler ise çavuşları betimliyordu... Savaş öyküleri içinde bunca öne çıkan "sniper" olaylarının ciddiyetini ve inandırıcılığını kaybettiren şey ise, "Türk kadın keskin nişancıları" efsaneleri oldu... Çeşitli kitaplara ve diğer türden yayınlara kadar giren ve sonunda bir hurafeye dönüşen bu "savaş efsanesi"ne göre; Çanakkale cephesinde, Türk askerleri arasında yer alan Türk kadın keskin nişancıları, düşmana göz açtırmamış ve birçok subay ve asker öldürmüşlerdi... Hatta, bir rivayete göre de, ünlü İngiliz Sandringham Bölüğü "bulutun içinde kaybolmamış", aralarında bu kadınların bulunduğu keskin nişancıların kurbanı olmuştu... "Keskin Nişancı Türk Kadınları" hurafesini sitelerinde "Bilinmeyenler" başlığı altında bilmiş bilmiş anlatan "web tüccarları"nı bir kenara bırakırsanız, bugün, kimsenin elinde bu olguya ait ciddi bir kanıt bulunmamaktadır. Sözü edilenlerin hepsi, savaşa katılmış, cephelerde kurşun yağmuru altında kalmış, ve çoğu yaralanmış askerlerin mektup ya da hatıratlarında anlattıkları "söylenti"lerdir... Mektup veya hatıratında "bir keskin nişancı Türk kadınını gözüyle gördüğü"nü yazan hiç kimse olmadığı gibi, prof. ünvanlı kimilerinin "The Age gazetesinin filanca tarihli nüshasında çıkan habere göre...." diye sundukları bildiriler ve yazdıkları kitaplarda da buna bir kanıt bulunmaz... Oysa, tarih bilimine katkı sağlamak adına hurafe üreten bu kitlenin bilmesi gerekenler başkadır: Birinci Dünya Savaşı öncesi Harbiye Nazırı ve hemen akabinde saraya damat olan Enver Paşa, karısı Naciye Sultan'ın da teşvikiyle 1916 yılının yaz aylarında bir "Kadınları Çalıştırma Cemiyet­i İslamiyesi" kurdurmuştu. Bu cemiyet, o güne kadar çalışma hayatından uzak tutulan Müslüman kadınların iş hayatına kazandırılması amacını gütmüştü.
Kadın İşci Taburu heyet­i zabitan, memure ve katibe grubu...

 Cemiyetin çok ilgi görmesi ve hızla büyüyüp gelişmesinden cesaret alan Enver Paşa, o güne kadar Osmanlı ordusuna kabul edilmeyen gayrımüslimler için 1911'de yaratılan Amele Taburları benzeri bir oluşum önererek, 1. Ordu Komutanı Esat Paşa'ya bir Kadın İşçi Taburu kurulması emrini vermişti. Esat Paşa'nın başlattığı hazırlıklar 3 Ağustos 1917 günü bitirilerek Harbiye Nezareti'ne sunuldu ve bu makamın onayı alınarak kurulum tamamlandı. Buna göre, Kadın 1. İşçi Taburu, merkezi İstanbul'da olan 1. Ordu'ya bağlı olacaktı. Bu birlik, "Birinci Ordu'yı Hümâyûn'a Mensûb Kadın Birinci İşçi Taburu, Hidemât­ı Dâhiliye Talimâtnâmesi" adını taşıyan bir iç hizmet talimatnamesi ile 10 Eylül 1917'de göreve başladı. O tarihe kadar 300 kadar kadının başvuru yaptığı taburda, mevcudun 30 kişisi nakliye, geri kalanı da yol yapımı, siper kazılması, ziraat gibi işlerde çalıştırıldı. Birinci İşçi Taburu, aslında ilk örnekleri Almanya'da görülmüş, Gürbüz Cemiyeti, Genç Cemiyeti, İzci Teşkilatı gibi paramiliter örgütlenmelerin bir benzeriydi. Osmanlı toplumunda ve tamamı erkeklerden oluşan tüm Osmanlı ordusunda kuşku ve ihtiyatla karşılanmış ve bu nedenle de kısa ömürlü bir deneme olarak tarihe geçmişti. Taburun araziye çıkış mevcudunun hiçbir zaman 50'yi geçmemesi, kadınların da bu işe pek yatkın olmadıklarını göstermişti. Savaşın yenilgiyle sona ermesi üzerine, gerek Enver Paşa'nın yurt dışına kaçması, gerekse Osmanlı ordusunun terhis edilmesi nedeniyle Kadın İşçi Taburu da 1 Ocak 1919 tarihinde lav edildi...Özellikle bugün, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda yaşanacak Kurtuluş Savaşı'yla birlikte gündeme gelen "kahraman Türk kadını" imajını genelleştirmeye çalışma çabalarının bir "zararlı yan ürün"ü olarak ortaya çıkan sözkonusu hurafe, birçok açıdan o zamanın şartlarına taban tabana zıt bir olgu olduğunu da Kadın İşçi Taburu örneğiyle göstermişti. Çanakkale cephesinde "sniper" ya da "keskin nişancı Türk kadını" olamayacağının nedenlerinden birkaçı şunlardır:
1­ Gözlerinin dışında her tarafları kapalı olarak istedikleri zaman sokakta gezmelerine bile izin verilmeyen Türk kadınının, 1900 başlarının Osmanlı ordusunda fiili askerliğe alınmış olması mümkün değildir.
2­ Duruma, "bu cephede özel olarak böyle bir yola başvurulmuş" olma olasılığıyla bakarsak; o zamana kadar cephede hiç bulunmamış bir kadının bir keskin nişancı haline gelebilmesi için epey mermi yakması ve bu sürede de en ön siperlerde bulunmuş olması gerektir.. Ki, böyle bir "yatırım" hiç de ucuz bir yol olmadığı gibi, hiçbir kayıt böyle bir olaydan da söz etmez...
3­ Hiçbir Türk kaynağının bahsetmediği bu olayı gündeme getirenler, sadece İngiliz ve ANZAC askerleridir. Onlar da, mektup veya hatıratlarda, olayları 2. elden anlatmışlardır... Bunların hemen hepsi de "siper rivayeti" olmaktan öteye şeyler değildir.. Anlatan askerlerin ülkelerinde bile hiç ciddiye alınmayan bu rivayetleri yayınlayan gazetenin de "magazin" tipi gazetelerden biri olduğu bilinmektedir.
4­ Kimi hatıratta geçen "öldürüldükten sonra üzerinde bir sürü asker künyesi bulunan Türk kadın sniper" iddiası ise hepten gülünçtür. Çünkü, yapılan işin doğası, öldürenin ölene uzak olmasını icabettirir. Gizlenerek uzaktan attığı bir kurşunla hedefini öldüren bir sniper, ister erkek ister kadın olsun, bu yolu zaten düşmana uzak durmak için seçmiş olmalıdır. Oysa, "künye koleksiyonu" yapmak için ölünün yanına kadar gitmek gerekir. Bu tip olaylar, daha çok "western öyküleri, kızılderili ve kovboy" öyküleriyle yetişmiş batılı askerlerin hayal mahsülü dedikodularıdır.
 5­ Böyle bir savaşçı tipi yetiştirmek için, Osmanlı ordusunun, veya onu eğitmeye gelen Alman Askeri İslah Heyeti'nin benzer bir askere alma ve eğitme programı asla olmamıştır. Eğer olmuşsa, her noktayı Alman Genelkurmayı'na rapor eden başta 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders olmak üzere, ülkelerine döndükten sonra her biri bir hatırat yayınlayan diğer Alman subaylarının bundan hiç söz etmemiş olmaları oldukça gariptir.
6­ Dünyadan gizlenmiş olsa bile, bu kadın savaşçıların o güne kadar nerelerde tutuldukları bilinmemektedir. Birlik isimleri nedir? Diğer askerler gibi kışlalarda mı yaşamaktadırlar, yoksa evlerinde mi oturmaktadırlar? Balkan savaşlarında da hizmet vermişler midir? Bu birlik, Gelibolu'da konuşlanmış bir birlik midir? Bu kadınlar, Gelibolu gibi bir arazide, yatmak, uyumak, yemek, tuvalet ve banyo gibi ihtiyaçlarını nasıl gidermişlerdir?
7­ Osmanlı ordusu, elinde o kadar erkek varken, keskin nişancı olarak neden kadınları görevlendirme ihtiyacı hissetmiştir? Niye hiçbir esir veya kaçak düşmana bunların varlığından sözetmemiştir?
8­ Eğer bu kadınlar savaş alanına kendi istekleriyle girmiş ordu mensubu olmayan kadınlarsa, yarımadaya ulaşmayı ve savaş alanına kadar girebilmeyi nasıl becermişlerdir? Çünkü, üç tarafı deniz olan yarımadanın kıyıları sürekli kontrol altında, dördüncü tarafı ise ordu komutanının emrindeki iki tümenle işgal edilmiş durumdadır. Herhangi bir kadının bu yolları aşması mümkün değildir.
9­ Bütün bu sorulara mantıklı bir yanıt verilse de, arşivlerde Türk erkek sniper resmi olmasına rağmen, neden tek bir tane "Türk kadın sniper" resmi bulunmadığı açıklanamamaktadır. Oysa, böyle bir resim, gerek düşman için bu savaşın tarihinde, gerekse bizler için tıpkı Türk savaş tarihindeki diğer kadın kahramanlar gibi kendine ayrı bir sayfa açacak kadar önemlidir.
 10­ Savaşta, "hayatta kalmanın başarı olduğu" böylesi bir görev yapan kadınların tıpkı erkekler gibi ödüllendirilmiş olması gerekmektedir. Başarılı er ve subaylara verildiği gibi onlara da madalya verilmiş olmalıdır. Ancak, bugüne kadar kimse, sözü edilen tarihte, gerek göğsünde kurdeleli madalya, gerekse madalyasız, asker veya subay kıyafetleri içinde gezen bir kadın görmemiştir. Bu tür resimlerin çekilme imkanı, ancak Kurtuluş Savaşı sırasında doğmuştur.
 11­ Dönemin en popüler propaganda yayını olan Harp Mecmuası, 4 yıllık savaş süresinde yayınladığı 27 nüshada, yüzlerce yazı, binlerce resim arasında hiç böyle bir fotoğraf kullanmamış, yazıların hiçbirinde "kadın keskin nişancıları"ndan bahsetmemiştir. Oysa, cephe gerisinde savaşa katılan kadın sağlık personelinden sıkça söz edilmektedir. Okur açısından çok daha ilginç olacak bir "kahramanlık" örneği, bu propagandif yayında niye kendine bir kere bile yer bulamamıştır?
12­ Yukarıda adından sözedilen Kadın İşçi Taburları mensuplarından birinin böyle bir olaya karışmış olabileceği varsayılsa da, bu olasılığın Çanakkale değil, çok daha sonraki cephelerden birinde gerçekleşmiş olması mümkündür. Çünkü, bu Kadın İşçi Taburu'nun kuruluş tarihi Eylül 1917'dir; yani Çanakkale savaşından iki yıl sonrası...
13­ Yazdıkları "araştırma"(!) kitaplarına bu konuyu "The Age gazetesinin yazdığına göre..." diye kaynaklandırarak alan kimi prof. ve araştırmacıların asıl amaçlarının bu furyadan nemalanmak olduğu bilinmektedir. Yukarıda sıraladığım sorular ve olgular ışığında bakarsak, Çanakkale Savaşı'nda, herhangi bir cephede, siperde veya zamanda, "Türk keskin nişancı kadınları"nın savaştığına inanmanın mümkün olamayacağı açıkça görülür... Bu efsaneyi yaratanlar düşman askerleri de olsalar, bunu, Çanakkale Savaşı hakkında doğru dürüst bir bilgisi olmayan Türk halkına yutturanlar, yine bizim yabancı dil fukarası tarih yazarlarımızdır. Web sitelerinde, tatil yörelerindeki sempozyumlarda veya "eksiğine­noksanına bakmadan" alelacele piyasaya sürdükleri "tarih"(!) kitaplarında bu martavalları atan bezirganlar, çok açıktır ki, toplumun böylesi efsanelere yatkın olduğunu iyi bilmektedirler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SUSKUNLUK (SESSİZLİK) SARMALI NEDİR? Suskunluk Sarmalı Alman bilim kadını  Elisabeth Noelle Neumann  tarafından geliştirilen bir kuramd...