21 Nisan 2019 Pazar

SUSKUNLUK (SESSİZLİK) SARMALI NEDİR?


Suskunluk Sarmalı Alman bilim kadını Elisabeth Noelle Neumann tarafından geliştirilen bir kuramdan kaynaklanmaktadır. Kuram, insanların kişisel düşüncelerini oluştururken başkalarının ne düşündüğüne dair temel sosyal psikolojik düşünceden kaynaklanır. Kişinin kendi kişisel düşüncelerini başkalarının ne düşündüğüne bağlamasıdır. Suskunluk Sarmalını örneklendirecek olursak  eğer; kitle iletişim araçları egemen düşünceyi aktarırken, aykırı düşünceye giderek daha az yer veriyor. Bu sarmal sonucunda egemen düşünceyi ifade eden insan sayısında artış oluyor, aykırı düşünceyi ifade eden insan sayısında azalma oluyor.Birçok insan önemli kamusal konularda yalnız kalmamak için çevrelerine bakıyor ve hangi düşüncenin güçlenip hangi düşüncenin düşüşe geçtiğiyle ilgili ipuçları arıyor. Eğer bir insan kendi kişisel düşüncelerinin düşüşte olduğunu düşünüyorsa bunu ifade etmeye daha az meyilli olabiliyor. Sonuçta egemen olan düşünce daha da güçleniyor, meşrulaşıyor olabilir. Kitle iletişim araçları ile birlikte kişiler arası iletişim ağı, çoğunluğun görüşünün yani düşünce ikliminin kişisel olarak algılanışını şekillendirmede iki önemli faktördür. Kitle iletişim araçları egemen düşünceyi pompalarken; aykırı düşüncedeki insan sayısında azalma, egemen düşünceye sahip insan sayısında artış olur, suskunluk sarmalı yaratılır.Her iki kavram, insanları çevreleri hakkında bilgi edinmek üzere kitle iletişim araçlarına ve kişilerarası enformasyon kaynaklarına başvurduklarını ileri sürer, ancak farklı kuramsal geleneklerden kaynaklanmaları nedeniyle enformasyon arama davranışının farklı etkileri üzerinde dururlar.
Bu model; genel fikirlere uyma ve azınlık fikirleri taşımada suskun kalmayı materyal ilişkiler düzeninin yapısal gerçeğine ve bu yapının günlük çalışması biçimine bağlarsa, anlamlı bir yaklaşım olabilir. Neumann teorisi bu bağlamda (medya konusunda) diğer teorilere göre daha güç olan bir teoridir. "Sessizliğin sarmalı", olarak ifade edilen teori; medyanın güçlü etkilerinin kamu düşüncesi üzerinde olduğunu tartışır. Sessiz kalan bireyler kaynak olduğu için, oyunun önemli bir parçası olan medyaya yönelir. Medya helezona neden olan  sessizliği üç yolla  sonuçlandırır: 
  1. Sessiz kalan gruptan birinin bile aykırı davranması, halkın söyleyebileceği düşünce hakkında izlenimlere şekil verir.
  2. Düşünce hakkında izlenimleri olan grup baskındır.
  3. Sessiz kalan grup düşüncede artış ya da azalış olduğu hakkında izlenimlere şekil verir. 




'Halkın Görüşü'nün Oluşmasına Etki Eden Faktörler 

Toplumdan dışlanma tehdidi 

‘Suskunluk Sarmalı’ toplumdan dışlanma tehdidiyle başlar. Toplumsal yapıyı oluşturan sayısız sütunun sürekliliğini korumak için, o toplumun üyelerinin toplumsal değerler ve toplumsal hedefler üzerine müşterek bir zeminde anlaşabilmeyi teminat altına alması gerekir.Bu anlaşmayı sağladıktan sonra sosyal düzenin bozulmaya uğramadan yoluna devam edebilmesi için, toplum, anlaşmaya uyum göstermeyen, anlaşmayı rayından çıkarma yönünde görüşlere sahip olan ‘azınlığı’; ‘sizi dışlarız’ tehdidiyle caydırmaya çalışır.

Toplumdan dışlanma korkusu 

Dışlanma korkusu ‘Suskunluk Sarmalı’na ivme kazandıran bir merkezkaç kuvvetidir.İnsanlar toplumdan dışlanma korkusuna kapılmamak için, kendilerince önlemler alır. Bu ‘önlem alma’ varsayımı, ‘Konformizm/Çevreye Uyum Göstermek’ denilen ‘hayatı huzur içinde yaşamak için etliye sütlüye bulaşmamak, her zaman -Halkın Görüşü-ne yakın olmak ve hatta birebir aynısı olmaya çabalamak’ temeline dayanır.

Fikrini özgürce söyleme isteği 

Bireyler, fikirlerinin veya fikirlerine yakın olan görüşlerin toplum içinde yaygınlaşmaya başladığını hisseTtikleri anda, çekinmeden konuşmaya meyillidir. Tam tersine bakılırsa, fikirleri toplumca kabul edilmiyorsa veya yavaş yavaş ‘popülarite’si kaybolmaya başladıysa, artık susup kabuğuna çekilmeye yönelir.

Kişinin benliğinde doğuştan var olan ‘genel-geçer görüşe uyum gösterme’ duygusu

Bireyler, ‘Toplum Görüşü’nü ‘ölçmek’ için doğuştan gelen özelliklere sahiptir.Bireyin gözlemleyebildiği toplumun çapı çok geniş olamayacağından, ‘Kitle İletişim Araçları’ dediğimiz ‘Medya’, ‘Toplumdaki Baskın Görüş’ün ne/neler olduğu hakkında bireylere örnekler sunar. Medya, bu ‘Baskın Görüşün’ topluma nasıl sunulduğu konusunda çok önemli rol oynar. ‘Toplumun Görüşünün’ nerelere meyilli olduğu ile ilgili bireylerin (tek tek) algılarına doğrudan etki etme gücüne sahiptir. Bu ‘sunum’ aşamasında kullanılan kelimelerin, bilgilerin kaynağının, resim-fotoğrafların, kişilerin, videoların vd. ‘gerçek mi yoksa kurgusal mı olduğu’ şüphesi haberin dinlenme/izlenme anında bireylerin meraını pek uyandırmaz.
SUSKUNLUK (SESSİZLİK ) SARMALI
ELISABETH NOELLE-NEUMANN

Elisabeth Noelle-Neumann, 1916 yılında 'Berlin'de dünyaya geldi. Avukat babası, Hitler iktidara geldikten sonra Nasyonal Sosyalist Parti’nin üyesi olmuştur. Neumann, 1935 yılında, 19 yaşında Alman Nasyonal Sosyalist öğrenci derneğine üye oldu ve Nazi yanlısı gençlik dergilerinde yazmaya başladı.
1937 yılında ABD’de kamuoyu konusunda doktora yapmaya giden Neumann, Missouri Üniversitesi’nde iki yıl dersler aldı. 1939 yılında Almanya’ya dönen Neumann, tezini burada tamamladı.
Elisabeth Noelle-Neumann, 1939 yılında Deutsche Allgemeine Zeitung gazetesinde gazeteciliğe başladı. Neuman, 1940 yılında, Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’in entellektüellere yönelik çıkardığı haftalık haber dergisi Das Reich’de yazmaya başlar. Neuman’ın buradaki yazılarında o günün Almanyasının dünyasını yansıtan yahudi düşmanlığı dikkat çekmektedir.
'Suskunluk Sarmalı'
Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirilen bir siyaset bilimi ve kitle iletişim teorisidir.
Bir kişinin/grubun savunduğu fikir, mensubu olduğu toplumun (okulda sınıf, fabrikada soyunma odası, orduda yemekhane, belediye otobüsü, akraba ziyareti, hastane koridoru vs.) ‘genel-geçer’ kabul ettiği görüşlere uygun değilse, bu kişi toplumdan dışlanma korkusu nedeniyle konuşurken kendini kısıtlar veya fikrini söylemekten vazgeçer. Aynı kişi fikrinin (veya kendi fikrine yakın görüşlerin) toplum nezdinde yaygınlaşmaya başladığını sezerse, bu kez fikrini yüksek sesle söylemeye başlar.
SUSKUNLUK SARMALI MODELİ
‘Suskunluk Sarmalı’ teorisi içinde dört temel faktör vardır:
Kendi görüşlerinin toplum nezdinde ‘kabul görmeyeceğini’ bilen ve/fakat kaybedecek birşeyleri olmadığına inanarak veya inanmayarak ‘sarmalın’ içinden sıyrılmayı başarmış, her zaman azınlıkta kalacağının farkında olarak görüşlerinden taviz vermeyen kişi/gruplar,
Kitle iletişim araçlarının etkisiyle (ve çoğu zaman bizzat medyanın sürekli tekrarlaması ile) yaratılmaya çalışılan ve en sonunda baskın gelen ‘Genel-geçer görüş’ bir diğer adla ‘Toplumsal Algı’,
Fikirleri ‘aykırı’ addedilen sınıf ile ‘genel-geçer’ addedilen sınıfa dahil olmak arasında, dışlanma korkusu nedeniyle fikirlerini açıkça söylemeyen ve kararsız kalan kişilerin toplamı.
Teori sadece ‘iki kutbun birbirine olan etkisini incelemek üzerine kurulu değildir. Hangi fikrin, siyasi görüşün, kanının, yaklaşımın, inanışın, geleneğin, tezin, anti-tezin, felsefenin vs. doğru hangisinin yanlış saptamasını yapmaya çalışmaz. Birden fazla algının bir arada yaşadığı ‘iklim içinde’, ‘Suskunluk Sarmalı’ teorisi eğilimlerin ne yönde olduğunu ve zamanla değişiklik gösterip göstermediğini araştırır.
Teorinin Geçmişi
"Kavram 1974’te ortaya atılmıştır. Suskunluk Sarmalı teorisi; çeşitli konular hakkında, toplumda bir kesim çekinmeden konuşabilirken başka bir kesimin niçin suskun kaldığı sorusu üzerine kuruludur." Teori, bakış açılarının ‘sadece iki yönlü’ olması üzerine kurulu değildir.
Kamuoyu (en bilinen haliyle ‘Halkın/Toplumun Görüşü’ ve/veya ‘Halk/Toplum Görüşü’ tabiri)
‘Halkın görüşü’ tabiri ilk kez 18. yy’da Fransa’da ortaya çıkmıştır. Tabir sürekli tartışılagelmiştir ve ne tür bir bilimsel sınıf içinde değerlendirileceği konusunda elle tutulur bir gelişme sağlanamamıştır. Alman tarihçi Oncken: “-Halkın Görüşü- kavramı hakkında iyi bir fikir beyan etmeye yeltenen, bu kavramı tanımlamaya çalışan herkes kısa zaman sonra Proteus adlı bir varlıkla karşı karşıya geldiğini farkedecektir. Proteus öyle bir varlıktır ki kendini ardı ardına binlerce kılığa sokabilir. Bu kılık değiştirme gözle görünür veya görünmez, aciz veya etkili olabilir, kendini bize sayamayacağımız kadar çok değişime uğramış şekilde sunabilir. Kendine o kadar güvenir ki, onu sımsıkı tutsakta her zaman bir yolunu bulup parmaklarımız arasından sıvışıp kaçmasını bilir. Tüm bu akıntı, tek bir formül içine hapsedilerek ifade edilemez. En nihayetinde, kime sorarsanız sorun ‘Halkın Görüşü’ tabirinin ne olduğunu bilirler ama açıklayamazlar.” Şöyle bir söz de söylenir: “Fikirler tarihi müzesinin bir üyesi olan ‘Kurmaca’ sadece ve sadece tarihi bir meraktan ibarettir.” Bu alıntıya karşı, ‘Halkın Görüşü’ kavramının ne demek olduğu ile ilgili tartışmalar biteceğe benzemiyor. 1970’lerin başında Elisabeth Noelle-Neumann ‘Suskunluk Sarmalı’ teorisini oluşturmaya başladı. 1965’de ‘bir tarafın galibiyeti artarak devam ederken, oy eğilimlerinde ne tür bir sapma olabileceği’ sorusu üzerinde çalışıyordu. Daha sonra Noelle-Neumann ‘Toplumun Görüşü nedir?’ sorusu üzerinde dönüp durduğunu farketti. ‘Suskunluk Sarmalı toplum görüşünün ortaya çıktığı bir suret olabilir; yepyeni bir toplum görüşünün yavaş yavaş gelişmeye başladığı bir süreç ya da eski bir fikrin günümüze uyarlanamış bir hali olabilir.’Noelle-Neumann’dan yapılan bu alıntı eğer makul gözüküyorsa, bir süreç olarak değerlendirilip ‘tanımlanamaz’ denerek nam salmış ‘Toplumun Görüşü’ veya ‘Suskunluk Sarmalı’ kavramlarının ne demek olduğu ile ilgili net bir tanımın yapılması büyük önem arzetmektedir. 1898’de Amerikalı sosyolog Edward Ross ‘Toplumun Görüşü’ kavramını ‘ucuz ve zahmetsiz’ olarak nitelemiştir. “-Halkın Görüşü- ile -Egemen Görüş- denklemi ‘Halkın Görüşü’ tanımları içinde yaygın bir konu başlığıdır. Bu durum bir gerçeğe işaret eder; halkın görüşüne sıkı sıkıya bağlı olanlar, bireyleri gönülleri razı olmasa bile eyleme geçmeleri için zorlar.” Birçok bilim insanı, ‘Halkın Görüşünün’, toplumsal olayların cereyan ettiği yer ve zamana göre değişiklik gösterdiği konusunda hemfikirdir. ‘Sorumluluk hissi taşıdığını varsayan’ kişiler toplumu ilgilendiren herhangi bir konu hakkında fikir beyan ederek ‘Halkın Görüşünün’ oluşmasında önemli rol oynar. Bilim insanları ayrıca, ‘Halkın Görüşü’ kavramının çeşitli kalıplarına baktıklarında, hiçbir baskı altında kalmadan ifade edilen ve her koşulda ulaşılabilir olan fikirlerin; yani halkı halk yapan fikirlerin özellikle kitle iletişim araçları içinde var olduklarını görürler. ‘Toplumun Görüşü’ kavramının ne olduğu ile ilgili süren anlaşmazlık, ‘Toplum’ ve ‘Görüş’ kelimeleri hem tek tek hem birleşik şekilde düşünülerek kavrama vücut vermeye devam ediyor.
Sarmalın modeli
İnsan ‘sosyal’ bir varlık olarak, çevresinden dışlanmaktan korkar. Doğası gereği, çevresi tarafından saygı görme beklentisi içindedir.
Dışlanma riskini bertaraf etmek, çevresi içinde ‘popülaritesini’ ve saygınlığını korumak için, bireyler çevrelerini, çevrelerindeki değişimleri dikkatle takip eder. Ne tür ‘görüş’ ve ‘tarz’ların yaygın olduğunu ve yeni görüş, yeni tarzların gelip gelmediğini sürekli kontrol eder. Eğer ‘yeni’ler geldiyse, bunları keşfeder keşfetmez hemen uyum gösterir; topluma ‘yabancı’ durumuna düşmemeye çalışır.
Fikirlerin/görüşlerin ve davranışların ‘durağan’ olduğu alanlar ile ‘değişime açık’ olduğu alanlar diye iki grup oluşturulabilir. Görüşlerin görece kesin ve durağan olduğu alanlarda (örneğin ‘gelenek / töre / ritüel’), kişi bu ‘geleneğe’ uygun sözler söyleyip topluma uyumlu bir profil çizebilir ya da bu ‘geleneğe’ karşı beyanlarda bulunuyorsa ‘dışlanma’ riskini göze almış olması gerekir. Görüşlerin değişime açık veya tartışmalı olduğu alanlarda ise kişi, ‘toplum tarafından dışlanmasına neden olmayacak’ yani ‘genel-geçer’ görüşleri bulmaya çalışır.
Kişiler ve/veya gruplar, fikirlerinin ve/veya fikirlerine yakın olan görüşlerin toplumda yagınlaşmaya başladığını sezerse, artık toplum içinde kendilerinden emin, korkmadan konuşmaya başlar. Tam tersi durumda ise, kişiler, fikirlerinin toplum nezdinde zemin kaybettiğini sezdikleri anda, artık içine kapanık bir şekilde konuşmaya başlar.
‘B’ fikrini savunan kişiler suskun kalırken ‘A’ fikrini savunan kişiler çok konuşuyorsa, bu ikilemin ‘toplum’ üzerinde mutlak etkisi vardır: Hararetle savunulan bir fikir göründüğünden daha güçlü olduğu intibasını topluma verirken, kısık sesle savunulan bir fikir göründüğünden daha zayıf bir intiba verebilir.
Sonuç: ‘Sarmal’ sürekli değişim halinde olan bir süreçtir. Kişiler ve/veya gruplar çevrelerindeki değişimi takip ederek kendilerini bunlara uydurmaya çalışır. Bir görüş artık yaygınlığını kaybedip geri plana düşmeye başladığında kişiler saf değiştirip ‘yükseliş trendine’ giren görüşe yaklaşır. Teori içinde; ‘yaygınlığını kaybeden görüşü her koşulda/daima savunan’ kişi/grupların yeri bir istisnadır. Çünkü bu kişiler için toplum tarafından ‘dışlanmak’ veya ‘saygı görmek’ önemli değildir.
Toplumdan dışlanma korkusu: Konformizm/Topluma ‘aykırı’ gözükmeden yaşamak sarmalı oluşturur
Noelle-Neumann’a göre ‘dışlanma korkusu’ sarmalın başlangıç noktasını oluşturur. Psikolog Solomon Asch’ın yaptığı deneyde; deneklere birinde üç farklı uzunlukta çizgi, diğerinde tek bir çizginin olduğu iki kart dağıtılır. Çizgiler A, B, C ve X harfleriyle adlandırılmıştır. Soru üç çizginin olduğu kartta hangi çizginin diğer karttaki X çizgisiyle aynı uzunlukta olduğudur. Deneyin yapıldığı odadaki bütün denekler B çizgisinin X ile aynı uzunlukta olduğunu söylerken, bir denek aslında C çizgisinin X ile aynı uzunlukta olduğunu görür; ve gerçeği gören bu deneğin hangi cevabı vereceği deneyin yapılma amacıdır. Denek doğru olanı gördükten sonra fikrinin arkasında duracak mıdır? Yoksa odadaki diğer deneklerle ters düşmemek; ‘konformizmin’ dışına çıkmamak için o da B çizgisini mi seçecektir? Çalışma sonucu: Aynı uzunlukta olan C çizgisini seçen denek yani doğru olanı yapan denek, gruptan ‘dışlanmamak’ için, sessiz kalıp gruba uyum gösterme yoluna giriyor. Bu deney çok kısa gözükmesine ve farklı koşullarda farklı sonuçlar verebilecek bir potansiyel barındırdığı intibası vermesine rağmen; sonuçlarına baktığımızda ‘Suskunluk Sarmalı’ teorisini destekleyen en basit ve en öz deneydir. ‘Asch Deneyi’ ile ‘Suskunluk Sarmalı’nın ortak noktası toplumdan dışlanma ‘korkusuna’ karşı kişilerin/grupların nasıl bir davranış sergilediğidir.
Bir üniversite ortamında yapılan ‘Suskunluk Sarmalı’ deneyi
ABD-Dayton Üniversitesi’nden akademisyen Jayne Henson ve ABD-Ball State Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Katherine Denker; bireyin ne tür konularda suskunluğa girdiği, siyasi yakınlaşma ve farklılıkların bu suskunluğa ne tür etkileri olduğu üzerine üniversite öğrencileri arasında bir araştırma yapmıştır.
Sınıfın ‘genel-geçer görüş’ ikliminde değişiklikler olursa öğrencilerin nasıl tepki vereceği,
‘A’ öğrenci grubunun savunduğu siyasal görüşe karşı olarak eğitmenle birlikte sınıftaki diğer grup/gruplar bu durumu ‘suskunluk’ içinde dinler ve hiç tepki vermezse, ‘A’ grubunun nasıl davranacağı,
Eğitmenle birlikte diğer grup/gruplar kendilerine karşı olan ‘A’ grubunu ‘susturmaya çalıştıklarında’, ‘A’ grubunun ne yapacağı öğrenilmeye çalışılmıştır.
Araştırma sonucunda yazılan makalede ‘öğrenci-eğitmen’ arasındaki etkileşimin ve sınıftaki her öğrencinin bu etkileşime ne gözle baktığının üzerinde az durulduğu açıklanmıştır.Araştırmanın amacı: “Siyasi fikirlerin üniversite ortamında nasıl ifade edildiği ve sınıftaki iletişimin, siyasi hoşgörü üzerine etkilerini incelemek” şeklinde açıklanmıştır. Araştırma ayrıca ‘Suskunluk Sarmalı’ teorisinin, üniversite ortamında, ‘Siyasi konulardan çekinildiği için ortaya çıkan suskunluk’ ve ‘Siyaset kullanılarak yapılan susturma’ başlıklarını da inceler. Henson ve Denker’ın makalesi, ‘Suskunluk Sarmalı’ teorisini uygulamak için üniversitenin; kişiler arası ilişkilerin kuvvetli olması, medyanın, kültürel ve siyasi iletişimin iç içe olması nedeniyle çok elverişli bir coğrafya olduğunu söyler. Çünkü sınıflar arası etkileşim ve ‘sınıf/grup/örgüt söylemi’ bir aradadır yani her zaman ‘üniversite’ şemsiyesi altındadır. Eğitmenler ve öğrenciler kendi çelişkilerini ve kültürel yaklaşımlarını sınıfa, tek bir ortama getirir.‘Halkın Görüşü’ doğal olarak öğrenciler ve eğitmenlerin de görüşlerine etki eder. Araştırma öğrencilerin ‘siyasi suskunluğa’ maruz kaldıklarında hissettikleri ile ‘öğrenci-eğitmen siyasi birlikteliği’ konusunda düşündükleri arasında ne gibi bir bağıntı olduğunu inceler. Araştırma ayrıca öğrencilerin ‘sınıftaki algı iklimi’ni nasıl algıladıkları ile öğrenci-eğitmen arasındaki siyasi benzerliklerin yakınlaşmalarına yaptığı etki arasında bir ilişki olup olmadığını da inceler. Henson ve Denker araştırma için Midwestern Üniversitesi’nde İletişim Kursuna katılan öğrencileri kullandı. Öğrenciler, ‘Siyaset kullanılarak yapılan susturma’, sınıftaki algı iklimi ve eğitmen tarafından yaratılmış bir algı iklimi başlıklarıyla hazırlanmış anketi cevapladı. Öğrenciler arasındaki ideolojik farklılıklar ile savunulan siyasi parti içinde ‘algılanan’ benzerlikler arasında pozitif bir ilişki olduğu ve eğitmeni ‘daha derin bir suskunluğa yol açan faktör’ görmenin yaygın olduğu sonucu çıktı. Ayrıca algılanan benzerlikler ile sınıftaki düşünce iklimi arasında da pozitif bir bağıntı olduğu kanıtlandı. Ve bu araştırma üniversite ortamında da ‘Suskunluk Sarmalı’nın var olduğunu gösterdi. Eğitmenlerinin ve sınıf arkadaşlarının siyasi görüşlerinde farklılıklar olduğunu algılayan; farklı görüşlere sahip olmanın ‘dışlanmaya’ yol açacağını gören öğrencilerin ‘sessiz kalma’yı tercih edebileceği olasılıklar arasında değerlendirildi. Eğitmenin görüşünün ‘Sınıfın Görüşü’ üzerinde önemli bir rol oynadığı ve bunun öğrencilerde ‘fikirlerimi bastırabilirler’ algısı yaratabileceği saptanmıştır. Eğitmenin görüşlerini açıkladığı ve açıklamadığı—ve burada ‘farklı görüşler susturulmalıdır’ algısının oluşup oluşmadığının üzerinde önemle durarak—deneyleri ayrı ayrı yapıp çıkan sonuçlara daha dikkatli bakılması gerektiği bir diğer önemli saptamadır. Henson ve Denker’ın yaptığı bu araştırma, diğerlerinden farklı olduğunu anlayan bir kişinin, bu farklılığın gün yüzüne çıkmaması için sessiz kalmaya meylettiğini; gündelik hayatımızdaki ‘Suskunluk Sarmalı’nın üniversitelerde de var olduğunu gösteriyor.
SUSKUNLUK SARMALI VE İNTERNET
Dışlamayı/Soyutlaşmayı ortadan kaldıran faktörler üzerine
‘Soyutlama/dışlama’ kavramının ne olduğu, içinde değerlendirildiği durumlara göre çeşitlilik gösterir. Soyutlama bir tanıma göre, bir kişi/grubun emsalleri arasındaki etkileşimin zayıf olması ‘Toplumdan Çıkma & Çıkarılma’ sebebidir. Bir başka tanıma göre, soyutlama, emsalleri arasında ‘kabul görme’nin zayıf olması ya da emsalleri arasında ‘reddedilme’nin güçlü olması demektir. Başka bir araştırma ‘internet’in bireyleri toplumdan soyutlayan bir araç mı yoksa tam tersine soyutlamayı azaltan özelliğe sahip, bireylerin ‘sosyal ağlarını genişletebildiği bir araç mı sorularına cevaplar bulmaya çalışmıştır. İnternet hayatımıza girdiği andan itibaren yeni oluşumlar da meydana gelmiştir; IRC (Internet Relay Chat - İnternet Üzerinden Mesajlaşma), haber grupları, MUDs (Multiuser Dimensions - Birden çok kullanıcının olduğu portallar) ve yakın zamanda popüler olan ticari amaçlı sanal topluluklar gibi. İnternet içinde oluşmuş grupların bireyler üzerindeki etkileri hakkında geliştirilmiş teori ve hipotezler çok geniş bir sahaya yayılır. Bazı araştırmacılar, hızla büyüyen sohbet odalarının, ‘on-line’ oyunların ya da bilgisayar tabanlı pazarların ‘soyutlanmış ve kendini soyutlanmış hisseden’ kimselerin daha canlı bir hayata sahip olabilmesi için yeni fırsatlar getirdiğini savunur.
Geleneksel olarak, sosyal dışlama/dışlanma, akran grubu dışındaki bir kişinin pozisyonu ile ilgili geliştirilmiş ‘tek boyutlu bir yapı’ olarak kabul edilir ve akranları tarafından gruptan dışlanmış olmanın sonucu ‘soyutlanmaktır’.Kaynaklar gösteriyor ki, çocuklardan yetişkinlere, insanlar ‘soyutlanma kavramı’ ve mensubu oldukları toplumdan soyutlanmanın kendilerine nasıl yansıyacağını gayet iyi anlıyor. Soyutlanma korkusu nedeniyle, muhalif görüşlere sahip olduğunun farkında olan bireyler, özgürce konuşmaktan çekinir. Yani, aynı/benzer görüşlere sahip insanların bir arada olduğu bir ortamda, ‘aykırı’ görüşe sahip bir birey konuşurken ya kendini kısıtlar ya da hiç konuşmaz. Witschge şöyle devam eder: “Başkalarına zarar vermek veya kendine zarar vermek başta olmak üzere insanların kendilerini özgürce ifade etmesinden alıkoyan bazı faktörler vardır. Ve yine bazı durumlarda insanların konuşmayı seçmesi hiç de arzu edilmeyen tartışmaların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bu da bireylerin ‘farklılıklarının’ ve ‘eşitliklerinin’ hangi noktalar üzerinde olduğunun tam manasıyla anlaşılmasına engel teşkil eder.”
İnternetin yarattığı yepyeni mecralar, insanların ‘soyutlanma korkusu’ndan sıyrılabildiği ve böylece ‘Suskunluk Sarmalı’nın oluşmadığı özelliklere sahiptir. İnternet, aynı düşünce yapısına ve benzer görüşlere sahip insanların birbirlerini bulabildikleri yerleri barındırır. Boston Üniversitesi’nden Marshall Van Alstyne ve MIT’den (Massachusetts Institute of Technology & Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) Erik Brynjolfsson’un yaptığı bir açıklamaya göre: “İnternet kullanıcıları kendi görüşlerine yakın diğer kullanıcıların bir araya geldiği ortamları arar, fikirdaşlarının olduğu ortamlarda sürekli vakit geçirmek ister ve kendilerinden farklı düşünen insanlarla pek etkileşim halinde olmazlar. Bu nedenle herhangi bir konu hakkında yapılan tartışma & karar alma sürecinde onlara yani ‘kendilerinden farklı düşünenlere’ karşı bir dışlanma korkusu hissetmezler.” İnternet, insanları sadece psikolojik bariyerlerinden kurtarmakla kalmıyor; birbiriyle ilişkili/ilişkisiz, sayılamayacak kadar çok konuşma/yazışma/görüşme/paylaşma/tartışma ortamlarının birden fazla ve çok geniş zemin(ler) üzerinde gelişmesine de olanak sağlıyor. ‘Katılımcılık’ refleksini farklı ölçülerde, isteyerek veya istemeyerek, kısıtlayan geleneksel medyanın aksine internet; ‘kim hangi konuda ne kadar yetkili, kim değil?’ sorusu üzerinden hareket eden bir mecra olmadığından, interneti kullanan herkes çok geniş özgürlüklere ve her tür bilginin olduğu devasa kaynaklara sahiptir, ortak bir zeminde buluşabilmiş bir veya birden fazla kitle projelerini hayata geçirebilir.
İnternette -özellikle ‘sosyal medya’ portallarında- online ve offline gözükmenin arkasındaki nedenler
İnternet birbirine yakın ve farklı görüşlerin bir arada varlık gösterebildiği bir alandır. Online’ın Türkçe karşılığı ‘çevrim içi’, offline’ın ise ‘çevrim dışı’dır. (Sosyoloji terminolojisi içinde ‘online’; sanal dünya, ‘offline’; gerçek hayat demektir.)
Sohbet odaları, forum siteleri, anlık ileti gönderme ortamları (Facebook, MSN, Skype, Yahoo Messenger, Gtalk, Twitter gibi) birbirinden çok farklı ‘görüşlere’ sahip insanların bir araya gelebildiği yerlerdir. “Bu ortamlarda ‘dışlanma korkusu’nu az taşıyan veya tamamıyla yenmiş kişiler mevcuttur.” saptaması yetersiz kalabilir. Çünkü ‘sanal dünya’ diye tabir edilen internette; kişinin/grubun kimliğinin gerçek mi/sahte mi olduğu, kimliğin bir bilgisayar tarafından bireyden/gruptan habersiz otomatik olarak hazırlanıp mecraya sürülüp/sürülmediği ve en önemlisi kişinin/grubun fiziken internette var olması henüz mümkün olmadığından, kimlerin dışlanma korkusuna az sahip olduğu, kimlerin tamamıyla korkularını yendiği net belirlenemeyebilir. Bir araştırma bireylerin görüşlerini açıklarken kendilerini ‘online’mı yoksa ‘offline’mı göstermek isteyecekleri konusunu incelemiştir. 305 kişinin katıldığı bir anket, ‘Suskunluk Sarmalı’ içinde ‘online’ ve ‘offline’ gözükmeyi tercih edenlerin dağılımını ve seçimlerini hangi yönde ve niçin o yönde yaptıklarını araştırmıştır.‘Online’ gözükmenin arkasındaki nedenler, benzer görüşlere sahip grupları bulmanın daha kolay olduğu algısı ile açıklanmıştır. ‘Online gözükmek’ içindeki ‘dışlanma korkusu’nun az olması, bir sohbet ortamından rahatça ayrılmak kolaylığını getirir. ‘Online’ bir tartışma otramında, bireyler ‘Çoğunluğun Görüşü’ne uyum gösterme baskısı ve ihtiyacı hissetmeden tartışmayı terkedebilir. Fakat bu durum ‘Suskunluk Sarmalı’nın ‘online’ ortamda hiçbir zaman oluşmadığı anlamına gelmez. ‘Online’ bir ortamda ‘baskın gelen’ bir görüş varsa, insanlar görüşlerini, gerçek hayatta olduğu gibi, ifade etmekten çekinebilir.Buna karşılık, ‘online’ bir ortamda, görüşleri ‘aykırı’ addedilen bir azınlık grubu harekete geçirecek tek bir kişinin çıkıp konuşmaya başlaması ‘Suskunluk Sarmalı’nın bitmesini sağlayabilir. ‘Suskunluk Sarmalı’nın ‘online’ bir ortamda gerçek hayata göre niçin daha az oluştuğunu gösteren bir başka neden ise, bireyin ‘offline’ halde olan ‘Çoğunluğun Görüşü & Toplum Görüşü & Baskın Görüş’e karşı mı yoksa destekler nitelikte mi konuştuğu saptamasının net yapılamamasıdır. ‘Offline’dan asıl kastedilen, ‘çoğunluğun görüşü / toplumun görüşü / halkın görüşü / genel-geçer görüş / baskın görüş’ gibi kesimlerin internet ortamında gerçek hayatta olduğundan daha çabuk reaksiyon gösterecek bir hıza sahip olmamasıdır. Böylece birey ‘offline’ halde olan ‘baskın görüş’e karşı fikirlerini rahatça açıklar konumda hissedebilir, ve bu durum yine aynı bireyin ‘online’ bir ortamda rahat konuşabilmesiyle aynı sonuca çıkar. Yapılan araştırmalar, insanların ‘online’ ortamda daha özgür konuşabildiklerinin yanında ‘suskunluğun’da devam ettiğini gösteriyor. Ve ‘online’ ortamda konuşabilme imkanının var olmasının gerçek yaşama göre bireyi daha fazla rahatlatıp rahatlatmadığı sorusunun başlı başına bir araştırma konusu olduğu söyleniyor.
ELEŞTIRILER
Teoriyi eleştirenlerin ilk sebepleri genellikle şu yönde: Bir konu hakkında konuşsalar da konuşmasalar da, her kişinin farklı ‘etkilenme ve etki etme’ alanları vardır. ‘Suskunluk Sarmalı’nın oluşmasına yol açan ‘toplumdan dışlanma/soyutlanma’ korkusu ötesinde en yaygın şu faktörler gösterilir:
İnsanlar, toplumun genelinden öte kendi küçük çevreleri tarafından ‘soyutlanmak / dışlanmak’tan korkar. Kalabalık bir topluluk temel alındığında, kişi kendi görüşlerine yakın gruplara ulaşma imkanını her zaman bulabilir; korkunun asıl başladığı nokta ailesi ve arkadaşları tarafından dışlanma / soyutlanma riskidir.
Kişinin konuşup konuşmama isteği üzerinde karakterinin etkileri de araştırılır. Kişinin ‘kendini algılaması’ pozitif ise ve utanma duygusunu azaltabiliyorsa, bu kişi ‘toplum görüşü’ ne olursa olsun kendi fikrini söylemekten çekinmeyecektir.
“ ‘Halkın Görüşü’ne karşı fikir sahibi olmama ” halinin oluşmasına yol açan en önemli nedenlerden biri ‘kültür’dür. Kişinin içinde yaşadığı kültür, bu kişinin görüşlerini özgürce ifade etip etmeme seçiminde büyük paya sahiptir. “Birçok kültür, fikirlerin özgürce söylenmesine, ABD’de gösterildiği kadar yüksek bir saygı göstermiyor. Ve bazı kültürler de, fikirlerin özgürce ifade edilmesi yasak.” Bireyselliğe yatkın kültürlerde, kişinin fikrini özgürce söylemesi teşvik edilirken; toplumsallığa yatkın kültürlerde, kişinin yaşadığı kültür içindeki düşünce ikliminde ‘ana akım & genel-geçer görüş & halkın görüşü & dominant/baskın görüş’e veya yakın görüşlere sahip olması beklenir. Kültürel faktörler arasında cinsiyet de önemli rol oynar. Bireyin, ‘azınlıkta’ olan fikirleri niçin ifade edemediğine veya bilinçli olarak ifade etmek istemediğine birçok sebep sayılabilir. Kadınların fikirlerini özgürce söylemesinin içinde yaşadığı toplumca hakir görülmesi ve biraz daha müreffeh kültürlerde kadınların, kullanılan dili tasvip etmemeleri nedeniyle kendi iradeleriyle sessiz kalması iki önemli gerekçedir.ABD-Wisconsin/Madison Üniversitesi’nden Dietram A. Scheufele ve ABD-Washington Üniversitesi’nden Patricia Moy, varlığı şüphe götürmeyen - toplumun her katmanı tarafından hissedilen her tür çatışmayı besleyen kaynakların ve bu kaynaklarla ilişkili her tür kültürel sinyalin, ‘kadınların suskunluğu’ gibi başat faktörleri daha iyi anlamak için kullanılabileceğini söyler.
Yine Scheufele ve Moy,seçim dönemi gibi anahtar dönemlerde yapılan uygulamalarda, kişilerin fikirlerini özgürce ifade edip etmemesi de dahil olmak üzere bazı sorunların varlığını görür. Bu uygulamalar, kişi ‘konuşmaya başladığı anda’ ölçümlenmelidir; oy verme süreci veya benzer konsepte sahip diğer uygulamalar anında değil.
“Bir kişinin/grubun ‘işini’ kaybetmemesi, ruhsal ve/veya fiziki yönden ‘şiddete’ maruz kalmaması, çevresinden dışlanma/soyutlanma riskiyle karşılaşmaması, kısaca ‘huzurunun’ kaçmaması faktörleri başta olmak üzere; toplumun değerlerine ‘aykırı’ gözükmeden yaşamak, ‘genel-geçer görüşlere’ uyum göstererek yaşamak” olarak özetlenebilecek ‘konformizm’ kavramı üzerine yapılan deneylerde; ‘ahlak’ unsurunun varlığı ve bunun ne derecede olduğunun ölçülmesinin zor olması, ayrıca ‘Suskunluk Sarmalı’ modeli içinde ‘ahlak’ın temel bir yapı taşı olması nedeniyle, yapılan deneyler içinde ‘ahlak’ unsurunun olmadığı kabul edilir. ‘Konformizm’ üzerine, özellikle ‘Asch Deneyi’ başta olmak üzere, bundan türemiş her tür deneyin içindeki ‘Ahlak’ unsurunun tam anlamıyla ölçülememesi, yine Asch ve ardından gelen deneylerin ‘Suskunluk Sarmalı’ teorisi içindeki yeri ve değeri günümüzde araştırma konusudur. Bilim insanları, ‘konformizm’ üzerine yapılan deneylerin, ‘Suskunluk Sarmalı’nın meydana gelmesi ve gelişimine etkisi olup olmadığını sorgulamaktalar.

3 Aralık 2018 Pazartesi


Bulgaristan’a Satılan Osmanlı Evrakı
Mayıs ayı 1931 tarihi gelende İstanbul’un hali bir başkaydı.  Kış aylarından yeni çıkılmış, parklarda lale çiçeklerinin  kımızıdan sarıya her türlü rengi boy atıp serpilmişti. Karaköy’dan vapura binenlerin adalara doğru gidişi esnasında martıların süzülerek uçması, boğazın beyaz köpüklü dalgaları arasından yunusların birbiri ardı sıra fırlayarak atlamaları görenleri derin derin düşündürüyordu.  Sirkeci sahillerinde ise insanlar bir koşturmaca ve telaş içindeydi. Köprü üzerinde oltalarını haliç’in sularına atarak kısmetlerine avlayacakları balıkların sayısı ile kendilerini avutanların durumu görülmeye değerdi.     
             bulgaristan'a giden osmanlı arÅŸivi ile ilgili görsel sonucu                                                                                                                                  
     Sirkeci tren istasyonunda ise bir başka telaş vardı o günlerde…Cağaloğlu yokuşundan aşağı doğru inerek tren istasyonuz önünde duran kamyonların üzerindeki yüklerdi boşaltmaya çalışan hamalların alınlarındaki terlerden anlaşılıyordu ki çok zahmetli ve ve yorucu bir yük taşıdıkları…  O sırada Babıali yokuşunda yürümekte olan genç gazeteci İbrahim Konya’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Az önce Sirkeci’ye doğru giden kamyonların üzerindeki balyalardan kopan kağıt parcaları etrafa saçılmıştı. Altın sarısı kağıtların bir kısmı yerlerde sürünüyordu. Parçalanan ve ezilenler de vrdı. Onca telaş ve koşturmaca arasında sadeve İbranhim Hakkı efendi’nin dikkatini çekmişti kağıtlar….…    4 Haziran günü sabahleyin Son Posta gazetesinin ilk sayfasında yer alan şu haber okuyucuların kaşlarını çatmasına neden oldu: “…Mayısın on ikinci Salı günü Sultanahmetteki Maliye evrak hazinesinin önünde (20–30) kadar araba sıralanmış kapının önüne büyük bir baskül konmuş, bir takım çemberlenmiş kâğıtlar tartılıyor ve hamallarla bu arabalara konuluyor ve Sirkeci istasyonuna taşınıyordu. Bu ameliye esnasında bunlardan birçokları da sokaklara dökülüp saçılıyordu..."Aslında gazetenin yazdıkları bir konuya parmak basmaktı. 
dosyalar

Bunu ilk defa gören ve ortaya atan Son Posta muharrirlerinden İbrahim Hakkı’dır. Bu havadisin gazetelere yazılıp yazılmaması mevzuu etrafında görüşülürken İbrahim Hakkı “Ben bunu yazarım” dedi ve gitti.
Ertesi gün (4 Haziran 1931) çıkan Son Posta gazetesinde “Okka ile satılan kıymetli evrak meselesi” başlığı altında bir yazı çıktı. Bu yazısında hadiseyi uzun uzadıya anlattıktan sonra bilhassa evrak daha mahzenden çıkarıldığı sırada orayı gezmiş ve görmüş olan İbrahim Hakkı şu tafsilatı veriyordu.

“ Oradaki koridor harman halinde dökülmüş kâğıtlarla dolu idi. Çenberliyorlardı. Arkada yüzlerce torba kâğıt yığılmıştı. O suretle ki içeri girmek mümkün değildi. Evvelâ Bekir Ağa (hademe) bu torbaların üzerine çıktı ve elimden tutarak beni yukarı çekti. Bu kısımda tesadüf edilmiş bir çok kıymetli vesikalar, defterler göze çarpıyordu. Burasını gözden geçirdikten sonra sıra aşağı kata geldi.Burada lalettayin aldığım kâğıtların içinde altın yaldızlı  mecmua parçaları, Silistre, Varna, Tuna vilayetlerine ait kalelerin tamirine, zeamet, tımar vesikalarına, ulufenamelere, matbah masraflarına, vakıflara ait birçok tarihî mülknameler vardı. Bunlar değersiz kâğıt parçaları değil, onbinlerce kuruş ve lira sarfıyla bile yerlerine konması mümkün olmayan vesikalardı.”


Bulgaristan'daki Osmanlı arşivi görüntülendi


Olayın başlangıç noktasının Maliye Vekaleti’nden İstanbul Defterdarlığı’na lüzumsuz evrakın satılması, satılan evrakın bakkallar gibi halkın eline geçebilecek yerlerde dolaşmaması amacıyla hudut haricine çıkarılmasına dair bir emir olduğu bilinmektedir. Başlangıçta masum görünen bu girişim telafisi mümkün olmayan orijinal belge kayıplarına sebep olacaktır. Bu emir uyarınca 30 bin küsur okka evrak müzayedede satışa sunulmuş, müzayedeyi okkası 3 kuruş 12 para teklif veren İzzet Halim Bey, M. Takforyan ve ortaklarına ait müteahhitler kazanmıştır. Ancak evrakın teslimi sırasında müteahhitler namına hazır bulunan bir Musevi’ye lüzumlu ve lüzumsuz evrakın birbirine karıştırılarak teslim edildiği ileri sürülmektedir.
bulgaristan'a giden osmanlı arşivi ile ilgili görsel sonucu
Aslında Arşiv belgelerinin satılması olayının aylar önce başlayan gelişmesi yaşanmıştı. İsmet İnönü Hükümeti’nin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda’nın emirleri çerçevesinde “Evrakı Metruke’nin Tasfiyesi” (işe yaramaz evrakların/belgelerin elden çıkarılması) düşüncesi kapsamında İstanbul valiliğine bağlı Defterdarlık bünyesinde çalışma gösteren bir komisyon kurularak depolarda ve dolaplarda yer bulunamıyan ve artık “işe yaramaz” olan kağıt parçası evrakları ortadan kaldırmak gerekiyordu.  Satış işi için 13 mayıs (1931) tarihinde gazeteleri ilan verilmiş, kısa bir zaman sonra 21 Mayıs (1931) tarihinde de sonuçlandırılmıştı. Satılan evrakların tutarının  120 balya ve 400 sandık civarında olduğu anlaşıldı.  Satış işi mayıs 1931 de gerçekleşmişti ama bu olaydan 9 ay önce Ankara’dan gelen bir yazı üzerine komisyon kurularak ve işe yaramaz belgeler ayıklanarak satılması istenmişti. İstenmişti ama kurulan komisyon bir türlü hangi evrakların elden çıkarılacağına karar verememişti. Ve satış işlemi sonrası anlaşıldı ki evraklar/belgeler Defterdarlık önünde kurulan baskül/kantar ile tartılmış ve okkasına  3 kuruş 10 para değer biçilmişti.  Ve de satılan evrakların miktarı ise 120 balya ve 400 sandık civarında idi. Ağırlığı kantar ölçümleri sonucu 40 ton civarında idi.

bulgaristan'a giden osmanlı arşivi ile ilgili görsel sonucu


Bulgaristan Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı ve Osmanlı Tarihçisi Prof. Dr. Vera Mutafçiyeva; 1931 yılında hurda kağıt niyetiyle satışa çıkarılan belgeleri Bulgaristan hükümeti değil, Sofya yakınlarındaki Kostaneç kasabasında faaliyet gösteren ve İsviçreli Berger ailesine ait Srnee Berger Kağıt Fabrikası kağıt hamuru yapmak üzere satın almıştır. Muhtemelen İzzet Halim Bey ve ortaklarından belgeleri alarak Bulgaristan’a gönderilmesini sağlayan İsviçreli Berger ailesidir. Evrakın balyalar halinde vagonlara yüklenmesi esnasında Defterdar Şefik Bey satılan evrakın yazısız, kıymetsiz kağıt parçaları olduğunu beyan etmiş, bununla beraber tahkikat yapacağını bildirmiş ve telefonla satış işi ile uğraşan başkatipten sormuştur. Başkatip; “Bu kağıtlar boştur, hem bunlar satılmasa orada çürüyecekti” cevabını vermiştir.
Evrakın bir bölümünün Sirkeci İstasyonu’na doğru hareket eden kamyonlardan Sultanahmet Parkı’nda ortalığa saçılması, çöpçülerin evrakı Kumkapı sahiline dökmeleri, meraklı vatandaşların Kumkapı sahilinden tarihi evrak toplamaları, evrakın bir süre sokaklarda çocukların ellerinde dolaşması, satılması ve tüm bu karmaşa sırasında Muallim Cevdet (İnançalp)’in bu kağıtların tarihi kıymeti haiz evrak olduğunu fark etmesi olayın basına yansımasına ve hükümet yetkililerinin haberdar edilmesine neden olmuştur. Olay fark edildiğinde geç de olsa hazine-i evrakın kapısı mühürlenerek sevkiyata son verilmiştir.
Türkiye’de bu tuhaf evrak satışı ile ilgili bu gelişmeler yaşanırken Bulgaristan konsolosluğunda görevli olan ve 1928-1929 yıllarında Hazine-i Evrak’ta araştırma yapan Panço Doref2 malzemenin hurda kağıt olmayıp, tarihi kıymeti haiz Osmanlı belgeleri olduğunu kendi hükümetine telgrafla acilen bildirmiştir. Bunun üzerine Bulgaristan yetkilileri belgelere Sofya Tren Garı’nda el koymuş ve bunların tarihi belgeler olduğunu Viyana’da tespit ve tetkik ettirdikten sonra, kağıt fabrikasından satın alarak Cyril ve Methodius Kütüphanelerinin Şarkiyat şubesinde muhafaza altına almıştır.
Belgelerin kopyaları, 62 yıl sonra Türkiye’de
Bugün, Bulgaristan Sofya Milli Kütüphanesi Nadir Eser Departmanı’nda Osmanlı Devleti’ne ilişkin bir milyona yakın arşiv belgesi bulunuyor.
Bunların büyük bir bölümü Osmanlı Türkçesi, geri kalanı ise Arapça ve Farsça belgeler. Kütüphanede 191 adet kadı sicili, 720 maliye, 405 tımar defteri bulunuyor.
Ülkenin hafızası niteliğindeki bu arşivin Bulgaristan’da kalmasına gönlü razı olmayan Türkiye Devlet Arşivleri Genel Müdürü İsmet Binark (1992-1997), Osmanlı Arşivi Daire Başkanı İsmet Demir ile harekete geçer.
Yaklaşık bir yıl süren tarih operasyonu sonunda, belgelerin orijinalleri değilse de kopyaları 62 yıl sonra Osmanlı Arşivleri’ndeki yerini alır.
Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nda görev yaparken 150 kişilik bir personel ile arşivin dizaynını gerçekleştirmek için çalışmalara başladıklarını anlatan Demir, dönemin Devlet Arşivleri Genel Müdürü İsmet Binark’ın Bulgaristan’a satılan belgelerin ve evrakların yeniden temini konusunu gündeme taşıdığını aktardı.Uzun bir çalışma sonunda mevcut Osmanlı belgelerindeki eksikleri, tarihi belgelerdeki kopuklukları tespit ettiklerini ifade eden Demir, bu kopukluğun tamamlanması için ilk önce mevcut evrakların tespitinin yapıldığını belirtti.Cehalet, ihanet ve ihmal neticesi Bulgaristan’ın eline geçen Osmanlı evrakı adedi bir buçuk milyon civarındadır. Orijinal belge kaybımız fon bazında:
XV-XIX. yüzyıllara ait, 713 defterden oluşan defter grubu
-219 dosya içinde 22. 000 civarında çeşitli konulara ait belge ve defterden meydana gelen Oriental Arşiv Koleksiyonu (OAK) fonu,
-1948-49 yıllarında tasnif edilen, 16-18. yüzyıllara ait belge defterlerden oluşan NPTA fonu,
-Coğrafi bölge ve idari merkezler esas alınarak tasnif edilen 1 milyon belgeden oluşan fon
-Tür olarak; Şer’i mahkeme kayıtları, Tapu tahrir ve tımar defterleri
-Muhtelif defter ve belge gruplarından, adet olarak 350 bin gömlek içerisinde 1 milyon belge, 700 adet maliye defteri, 405 adet tımar ve zeamet defteri, 191 adet şer’iyye sicili’nden oluşmaktadır.
-Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ile Bulgaristan Cumhuriyeti Bakanlar
Konseyi Arşiv Genel Müdürlüğü arasında 19 Şubat 1993 tarihinde Sofya’da imzalanan ve 1993-94 yıllarını kapsayan İşbirliği Protokolü’nün 5. Maddesi gereğince; XV-XVIII. yüzyıllara ait 10570 poz, 21140 sayfa ve 113 defterin mikrofilmi bedeli karşılığında satın alınmıştır.
BULGARİSTAN'DAKİ OSMANLI ARŞİVLERİ İNTERNETTE
Sofya Kiril i Metodiy Merkez Kütüphanesi, başlattığı DAPIS projesi sayesinde Osmanlı dönemine ait evrakları restore ederek internet ortamına aktarıyor. Şu anda kütüphanenin 'dijital kütüphanesi'ne aktarılan arşiv sayısı az olsa da bu sayı her geçen gün artıyor. İsteyen herkes bu arşivlere ücretsiz olarak ulaşabilecek. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından finanse edilen DAPIS projesi, kütüphanede bulunan arşiv belgelerinin korunmasını, restorasyonunu ve dijital ortama aktarılmasını amaçlıyor. Yunan ve Slav arşivlerinin restorasyonunu da kapsayan projede işlenen eserlerin büyük bir kısmını Osmanlı arşivleri oluşturuyor. Şu ana kadar 12 bin kare arşiv belgesi restore edilerek dijital ortama aktarıldı. Merkez kütüphanenin internet sitesinde yer alan dijital kütüphane bölümüne aktarılan arşivler isteyen herkes tarafından ücretsiz olarak ziyaret edilebilecek. 
Kütüphane'nin dijital kütüphanesine (http://www.nationallibrary.bg/digitalna_bibl_doklad.html) veya (http://193.200.14.178/scripts/cgi/dwis.pl) adreslerinden ulaşılabilir. 
Buradaki arşiv sayısının az olmasına rağmen çalışmalar devam ediyor ve Osmanlı eserlerinin dijital ortama aktarılması periyodik olarak sürüyor. 


14 Nisan 2017 Cuma

Osmanlı İşkenceleri
-         Ustura ile diri diri deri yüzmek
-         Saçları kesilen başa ateşte kızıl hale getirilmiş demir tas giydirmek
-         Cımbızla sinirleri çekmek
-         Erkeklerin cinsel organından içeri doğru burgu sokmak
-         Kaynar sudan soğuk suya ve soğuk sudan kaynar suya sokup çıkarmak
-         Çekiçle kol, bacak, el ve ayak kemiklerini kırmak vs.

Çengele Asma
çengele asma ile ilgili görsel sonucu
Bu alet kale burcuna benzer ve kalın kalaslardan yapılır. Bir adam boyundan yüksek yerlerine belli ebatlarda kasap çengeli benzeri büyük çengeller sıralanır. Bu işkenceli idam yönteminde mahkûm tamamen soyulup elleri ayakları birbirine arkadan bağlanarak iple yukarı çekilir. Sonra hızla düşecek şekilde birden aşağı bırakılır ve vücudunun neresine denk gelirse bu çengellere saplanır. Çengeller mahkûmları bazen derhal öldürür ancak ölüm çoğunlukla büyük acılar vererek uzun sürede gerçekleşir. Bu cezaya eşkıya, özellikle de korsanlar çarptırılmaktadır. Kaptan paşalar donanma ile Akdeniz’den dönerlerken bir miktar korsan yakalayıp getirmektedirler.Bunlardan bazıları kadırga direklerine astırılır ve limana büyük bir ihtişamla girilir. Bir kısmı da çengele astırılarak teşhir edilerek öldürülmektedir. İstanbul'da Eminönü'nün ilerisindeki Odun Kapısı İskelesi civarında bulunan "Çengel" kalın kalaslardan yapılmış, kuleye benzer ahşap bir çatıdır. Üzerinde bir sıra değişik uzunlukta ve uçları yukarı doğru kıvrık çengeller vardır. Kurbanın adı ve işlediği "suç" önceden tellallar aracılığıyla halka duyurulurdu. Anadan doğma soyulan kurbanın elleri ve ayakları sıkıca bağlanır, cellatlar mahkumu makaralı iplerle çatıya kadar çeker ve bir anda çengellerin üzerine bırakırlardı. Kurban düşme şekline göre başından, boynundan, gövdesinden, karnından, bacağından birinin veya bir kaçının üzerine saplanır kalırdı. Bazen derhal ölür, bazen de saatlerce veya günlerce feryat ettikten sonra can verirdi.
Çengel yüzyıllar boyunca Osmanlı'da işkence ve idam aleti olarak kullanılmıştır

Çarmıha Germe
Çarmıh cezası da eşkıyaya ve özellikle casuslara verilir. Mahkûm yine tamamen soyulur. Birbirini çapraz kesen iki büyük kalastan yapılmış bir çarmıha, kolları ve bacakları açık bir şekilde sıkıca bağlanır. Omuz başları ve butlarının kaba etleri bıçak ile oyulur. Buralara iri yağ mumları dikilir ve yakılır. Mahkûm bu vaziyette çarmıhla birlikte bir devenin üstüne konularak şehirde dolaştırılır. Ancak yinede ölmezse akşamüstü asılır.
Osmanlı’da ceza bir şölendi
Kazığa Oturtma

Osmanlı’da uygulanan işkencelerin gerçek amacı acı vermek değil, acı veren yöntemlerle bilgi elde etmektir.Örneğin 3.Selim zamanında fermanla kimi durumlarda kazığa oturtma yöntemi uygulanmıştır. Daha ilk düşman saldırısında askerden kaçanların önce burunları yarılmaktadır ve ardından kazığa oturtulmaktadırlar. İslam’a karşı kötü söz söyleyen ya da yapan veya bir Türk kadını ile ilişkiye girenler de kazığa oturtulabilmektedir. Bu işlem oldukça hassas ve yavaş yapılmalıdır. Uygulama sırasında kişinin ölmemesi esastır. Bunun için bilek kalınlığında oldukça sert bir ağaçtan yapılmış bir kazık, önce susam yağına ve sirkeye bulanır. Mahkûm yine tamamen soyulur, elleri ve ayakları bağlanır, yağlı kazığa çakılarak oturtulur. Ayrıca omuzlarına da yine çarmıhta olduğu gibi mum konulur. Bu şekilde bir süre gezdirilerek teşhir edilir. Eğer kişi ölmemişse susam yağı birkaç saat sonra metabolizmayı durdurur ve kişiyi canlı tutar. Kişi henüz konuşturulamadan kazıkta iken ölmüşse işkenceyi uygulayan cellât da öldürülür.Suçlu, itirafta bulunduktan sonra kazıktan çıkartılır ve ardından kan kaybından ölür. Bu ceza da, yine korsanlara uygulanmaktadır.
Boğa Cezası
boğa cezası ile ilgili görsel sonucu
Bu cezanın kökeni 1600’lü yıllara dayanmaktadır. Cezanın ana materyali metalden yapılmış boğa biçiminde içi boş bir alettir ve bir giriş kapağı bulunur. Suçlu kişi boğanın içine kapatılır ve alttan ateş yakılır. Mahkûm acı çekip bağırdıkça boğanın özel olarak yapılmış burun deliklerinden boğa sesine benzer çığlık sesleri duyulur. Bu idam yöntemi Osmanlı’da hırsızlar ve şehir haydutları için uygulanmaktadır. Ayrıca hırsızlık ve haydutluğun cezası direkt olarak teşhir edilerek işkenceyle ölümdür.
Topla Parçalama
osmanlı topları ile ilgili görsel sonucu
Bu, bir defaya mahsus uygulanmış ve uygulayan kişinin inisiyatifi dâhilinde olan bir yöntemdir. Bu top cezasını 16. asır sonlarında Bostancıbaşılardan Ferhat Ağa icat etmiştir. Suçlu, genç bir yeniçeridir. Bir imamın nikâhlı genç karısını kandırıp kaçırmış, kadının saçlarını keserek oğlan kıyafetleriyle bir süre yanı sıra gezdirmiştir. En sonunda Üsküdar’da yakanır ve Tophane’ye götürülür. Ferhat Ağa tüm yöntemleri az görür ve genci tamamen soydurup bilek, dirsek, diz ve ayak eklemlerini demir çekiçle kırdırır. Yağlı bezlere sardırtarak havan topunun namlusuna tıktırır. Topu ateşler ve genç, havada parçalanarak ölür.

İhrak-ı Binnar (Yakmak)
Hristiyan olup İslamiyet’ten dönenler, İslam dinine karşı kötü bir şey yapan ya da söyleyenler bu cezaya çarptırılır. Suçlunun boynuna barut dolu bir kese, başına da ziftlenmiş başlık konulur ve bu şekilde ateşe verilir.

Kuyucu Murat Paşa’nın İnsan Kuyuları

Murat Paşa 1607-1609 yıllarında Celali İsyanları’nın bastırılması için yaptığı uygulama sonucu Kuyucu adıyla tarihe geçmiştir. Celali İsyanları sırasında Murat Paşa yakaladığı kişileri yaşına, tövbesine ya da sözlerine bakmaksızın en ufak bir taviz dahi vermeden öldürtmekte ve kuyulara doldurtmaktadır. Onun için bu olayların bitmesinin ve suçluların yola gelmesinin tek yolu ölümdür. Bazen de çarpışma anı dışında yollarda karşılaşıp rastgele yakaladığı Celalileri tutsak almıştır. Gün batımına kadar kesilmiş başlardan, çadırın önünde bir tepe oluştuğu söylenir ve cellâtların hiç dinlenmeye fırsat bulamadan sürekli eşkıyayı katlettiğini bilinir. Kudretli serdar bu kudretini otağının önündeki bu kesik baş yığınından almaktadır. Hanedanın varlığı ve bekası için yapılan bu uygulama sonunda Kuyucu Murat Paşa tarihe lanetle anılan bir katliamcı olarak geçmiştir.

Hazerpare Ahmet Paşa’nın İnfazı ve Sonrası
Ahmet Paşa Sultan İbrahim’in son sadrazamıdır. O devirde Yeniçeri Ocağı ağalarına karşı suikast düzenlemiş, daha sonra da Sultan İbrahim’in tahttan indirilmesi için Yeniçeri Ocağı ağalarıyla anlaşmış ve İstanbul’da bir hükümet darbesine sebep olmuştur. Sonunda idamına hüküm verilir. Cellât, idam için yanına geldiğinde paşayı bir ahıra sürükleyerek götürür, paşanın kavuğunu kendi başına giyer kendi başındaki külahı da paşaya giydirir. Ardından kemendi boynuna geçirir ve idam eder. Ancak paşaya “bin parça” anlamına gelen Hazerpare lakabı bu noktadan sonra takılmıştır. Ahmet Paşa oldukça iri yapılı birisidir. İdamından sonra cesedi tamamen soyulur. Cellâtlar tarafından bir atın üzerine konularak Atmeydanı’na götürülür. Yeniçerilerden birkaç kişi bunu ganimet sayarak halkın batıl inançlarından istifade eder ve “İnsan yağı eklem ağrılarına iyi geliyor.”diyerek Ahmed Paşa’nın etlerini lokma lokma doğrayıp beşer onar akçeye satarlar. Bu etleri satın alan o kadar çok insan çıkar ki paşanın iri vücudu iskelet haline gelene dek parçalanır. Ölümünden sonra bu yapılanlardan dolayı kendisine Hazerpare Ahmet Paşa denmeye başlanmıştır.

İPLİKLE İŞKENCE
Osmanlı’da ceza bir şölendi
Seyahatname’de Evliya Çelebi yazıyor… Yün bir ipliğin çeşitli yerlerine düğüm atıyorlar, düğümlerin aralıkları eşit olacak. İpliği suçlunun burnundan sokup, ucunu ağzından alıyorlar. İpliğin bir ucu ağızda, diğer ucu burunda... İki ucunu tutup ani hareketlerle çekiyorlar.

İBRET TAŞI

Siyasi mahkûmlar yağlı kementle boğulurdu. Bazen idamdan sonra kurbanın başı, ‘şifre’ denilen gayet keskin hususi bir usturayla gövdesinden ayrılır ve bir ‘ibret taşı’nın üstüne konulur ya da sarayın şehre açılan büyük kapısının, ‘Bab-ı hümayun’un önüne atılırdı. Sabıkalı hırsızlar, bilhassa gece hırsızları, şehrin tensib edilen bir yerinde umumiyetle suçun işlendiği semtte, hatta bazen girdiği evin veya dükkânın, hanın kapısında asılırdı. Katiller umumiyetle işkenceyle öldürüldü. Askerlerin, yani sipahi ve yeniçerilerin, başları kesilir, cesetleri ayaklarına taş bağlanarak denize atılırdı.

KAZIĞA OTURTMA

III. Selim zamanında sarayın önünde yüksek sesle türkü çığırtmaktan tutun da, vergisini tam ve zamanında ödemeyenlere kadar kimi bedbahtlar için söz konusuydu bu ceza. Daha ilk düşman saldırısında askerden kaçanların önce burunları yarılır, sonra anüslerinden girip ağızlarından çıkacak şekilde kazığa oturtulurlardı. Bu çok hassas ve yavaşça yapılması gereken bir hadiseydi. Uygulama esnasında kurbanın ölmemesi esastı. Susam yağı karıştırılmış sirkeyle iyice yağlanmış kazığa oturtulan kurban, uygulama başarılıysa saatlerce canlı kalabilirdi. Ve eğer hemen ölürse cellat da öldürülürdü.

FOSEPTİK KOVUĞU(ÇUKUR)
osmanli-iskenceleri-cukur

İbret olsun diye, geniş gövdeli bir çınar ağacının gövdesi kesilip, içi bir insanın oturacağı kadar oyuluyor. Suçlu buraya zincirleniyor, acıktığı zaman yemeğini veriyorlar ama dışarı çıkamadığı için tuvaletini de aynı yere yapıyor. Biriken dışkı, bir yandan yükselirken, bir yandan da suçlunun bedenini ıstıraplarla çürütüyor. Zavallı, hayatla ölüm arasında öyle bir kendinden geçiyormuş ki halktan başında toplanan kimselere öteki dünyadan sırlar verirmiş diye anlatırlar.

MANKURT

Daha çok Osmanlılardan evvelki Orta Asya Türk boylarında, kabilelerinde görülen, çölümsü topraklarda uygulanan bir işkence biçimi... Yakalanan suçlunun kafası traş edildikten sonra, kafanın tam üstüne bir parça keçi derisi veya deve işkembesi geçiriliyor. Bazen suçlu, kafası açıkta kalacak şekilde tüm gövdesi toprağa gömülüyor. Günlerce, azgın güneşin altında bu şekilde duruyor. İşkembe veya deri, zamanla kuruyup kafayı sıkıştırıyor. Öylesine ki, suçlunun saç telleri dışarı çıkamayıp içeri doğru uzuyor. Müthiş acılar ve ıstırapların sonunda, suçlu ölmüyor. Hafızası, geçmişi silinmiş bir robota dönüyor. İşte size düşmana karşı istenilen her türlü umarsız atılganlığı yapmaya hazır bir emir kulu.

AĞZA KURŞUN
IV. Murat döneminde, keyif verici maddelere zaafiyetin eziyetsiz kalmadığı iyi bilinir. Tütün içenler ağızlarına tütün tıkılıp boğuluyor, kafaları kesilip ibret olsun diye de kıraathanelerin, kahvehanelerin önüne atılıyormuş. İçki içenlerin olayı ise ayrı bir âlem... Bağlanıp denize atılıyorlar. III. Selim zamanında sarayın önünde türkü çığırmak kazığa oturtulmak için yeterli bir sebep. Aynı dönem... Ramazan’da oruç tutmadığı saptanan biçareler, yakalanıp toprağa gömülüyormuş. Orada da bazılarının ağızlarına kızgın kurşun!

HAVANDA DÖVME
Osmanlılarda sırf şahsi amaçları yüzünden yanlış fetva veren din adamlarının başının dübekte macun kıvamına dübekte macun kıvamına gelene kadar eziliyor.

SAÇ CEZASI
Osmanlı döneminde idam edilecek adamın yanı başında bir sac hazırlanır ve bu sac allttan verilen ateşle iyice kızdırılır.Kafası kesilen adamın kafasını kestikten hemen sonra bu saca bastırılır.Sıcaktan dolayı kan beyinde 2 saniye kadar dolaşacağı için adama yerde duran cansız bedeni son defa gösterilir...

Deri Yüzme

Suçlu kişini derisi yüzülür, derisiz bir şekilde denize atılırdı.

Deve Derisi
Suçlu güneşin altına ellerinden bağlı bi şekilde yatırılır...suçlunun saçları kazınıp kafasına deve derisi geçirilir...deve derisi güneşte küçülüp suçlunun kafasına yapışır ve adamın bütün derisi yukarıya dogru çekilir..Saçları kazındıktan sonra kafasına deve veya keçi derisi geçirilir, yavaşça eriyerek suçlunun kafasına yapışırdı. Daha sonrasında saçlar dışarı çıkamayarak, içeri doğru çıkmaya başlardı ve kafatasına geri dönüp beyne ulaşmasıyla suçlu kişi ölürdü.

TESTİS KOPARMA
Zina yapan erkekler için:testisleri dipten kopartılır,içi açılıp iki yumurtalık mahkuma çiğ çiğ yedirilir.
FARE
OLYMPUS DIGITAL CAMERA
 Suçlu ortası delik bir sandalyeye cıplak bir şekilde oturtulurmuş...bu delik yere içinde fare olan bir kase yerleştirilirmiş...ve kaseyi alttan yavaş yavaş ısıtırlarmış...tabiki sıcağa dayanamayan fare çıkacak biyer bulamayınca suçlunun makattan kemirmeye başlayıp en son ağzından çıkarmış...

YARAYA TUZ DÖKME
Suclunun vücudunda yara acilir ve yaranin üstüne tuz dökülerek hayvanlara yalatilir.

Hadım Etme
osmanli-iskenceleri-hadim-etme


Osmanlı zamanında tecavüzcüler hadım edilirdi. Kanunname’nin 26. emrinde “ kız ya da oğlan kaçırıp tecavüz edenin cinsel organı kesile…” ibaresi yer almaktaydı.

MAĞARAYA KAPATMA
Mahkunlari magaralara doldurmak, mağaraya hapsedip içine duman salarak boğduruyor. Yöngüç Paşa 1426 Amasya
GÖZE MİL ÇEKME
Göze yaklaştırılıp uzunca bir müddet(göz eriyene ve göz kapakları pişip birbirine yapışıncaya kadar) bekletilir ve böylece o göz bir daha asla göremez.
FALAKA

FALAKA ile ilgili görsel sonucu

DEMİR KESE İLE KESELEME

HAMAM ile ilgili görsel sonucu
DİŞ VE TIRNAK SÖKME
DİŞ SÖKME KERPETEN ile ilgili görsel sonucu


ZİNA
Zina sonucu hamile kalan kadınlara, özel bir odaya alınır düzenli olarak yemek yedirilir ve düzgün bir şekilde bakımı sağlanırdı. Doğum zamanı elleri arkadan bağlanarak ellerinin açılması önlenirdi. Bebek vajinadan çıkamadığı için kordon bağını kopararak oksijensizlikten ölürdü.

PENİS DELİĞİNE DOMUZ KILI SOKMA



KURBANI TUZ İÇİNDE BEKLETME
TUZ ile ilgili görsel sonucu
Kurban günlerce ıslak tuz doldurulmuş bir çukur içinde beklitilir ve sonrasında birden soğuk suya atılırdı. Hücrelerin birdenbire şişmesi ile şok etkisi yaratılırdı.

Kurbanın ağzından aşağı sokulan bir boru ile içine kurşun dökme
Kurbanın ağzından aşağı sokulan bir boru ile içine kurşun dökme ile ilgili görsel sonucu
AT KILI
Kurbanın anüsünden içeri yavaş yavaş at kuyruğu sokulur ve hızlıca çekilirdi. Kılın yapısından dolayı, geri çekilirken beraberinde birçok eti beraberinde götürürdü . Aynı zamanda yemek borusuna da bu işlem uygulanırdı.
Zina yapan adamın cinsel organını kesme ve sanığa yedirme
osmanli-iskenceleri-hadim-etme

Kol ve ayak kemiklerini kırma ve gözlere kızgın sirke dökme

ortaçağ işkenceleri ile ilgili görsel sonucu
KOL VE BACAK KESME
İlk defa hırsızlık yapan kişin sol eli, ikinci defa hırsızlık yapanın sağ ayağı, üçüncü defa hırsızlık yapan sağ eli, dördüncü defa hırsızlık yapanın sol ayağı kesilirdi.


KULLANILAN KAYNAKLAR
ARŞİV KAYNAKLARI
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (Nefy ve Kısas Defteri)
 YAYINLANMIŞ ESERLER
ATASOY, Sevil, “Osmanlı’da Adalet Sistemi”, Acayip İşler Programı, Katılımcılar: İlber Ortaylı-Murat Bardakçı, Habertürk Kanalı, Video Kaynağı: Youtube, Erişim Tarihi:24 Nisan 2014,Programın TV’de Yayınlanma Saati:23.16.
BAŞARAN, Betül, “III. Selim ve İstanbul Şehir Siyaseti,1789-1792”,Osmanlı’da Asayiş, Suç ve Ceza, Derleyenler: Noémi Lévy-Alexandre Toumarkine, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.a:116-134.
EVLİYA ÇELEBİ, Seyahatname,Yayınlayan:Seyit Ali Kahraman,Cilt:,Türk Tarih Kurumu Yayınları,Ankara.
D’OHSSON, M., XVIII. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler,Çev.Zehran Yüksel.
FAROQHİ, Suraiya,”Bursa’da Cinayet: Bir Cui Bono Vakası”, Osmanlı’da Asayiş, Suç ve Ceza, Derleyenler: Noémi Lévy-Alexandre Toumarkine, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.a:68-79.
GÜL, Abdulkadir, Osmanlı Taşrasında Suç ve Suçlular(199 Ocak Ayı Erzincan Sancağı Örneği),EÜHFD, C.XVII, Erzincan,2013. İNALCIK, Halil, Devlet-i Aliye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar II”,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,2014.
İŞBİLİR, Ömer, “Kuyucu Murad Paşa”,Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:26,Ankara,2003, s.a:507-508.
LÉVY, Noémi, “19.Yüzyılda Osmanlı’da Kamu Düzeni Konusunda Çalışmak: Bibliyografya Üzerine Bir Değerlendirme”, Osmanlı’da Asayiş, Suç ve Ceza, Derleyenler: Noémi Lévy-Alexandre Toumarkine, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.a:55-67.
NAİMA MUSTAFA EFENDİ, Tarih-i Naʽima, Cilt:2,Hazırlayan: Mehmet İpşirli, TTK, Ankara,2007.
ÖZCAN, Abdülkadir, ”Hazerpare Ahmet Paşa”, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:17, İstanbul, 1998, s.a:301-302.
SANER, Yasemin ,”Osmanlı’nın Yüzlerce Yıl Süren Cezalandırma ve Korkutma Refleksi: Prangaya Vurma”, Osmanlı’da Asayiş, Suç ve Ceza, Derleyenler: Noémi Lévy-Alexandre Toumarkine, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.a:163-189.
THÉVENOT, Jean, 1655-1656’da Türkiye, Çev. Nuray Yıldız, İstanbul, 1978.
YILDIRIM, Ali, Osmanlı Engizisyonu, Öteki Yayınevi, Ankara,1996.
Atatürk'ün Bulgar Aşkı - Atatürk’e Aşık Olan Bulgar Kızı Dimitrina Kovaçev 

dimitrina atatürk ile ilgili görsel sonucu

Bulgar Dimitrina Kovaçeva (Miti) Sofya'ya askeri ataşe olarak atanan Mustafa Kemal'le 1914'te tanıştı. Strauss'un 'Güzel Mavi Tuna' valsiyle başlayan ilişkileri, Miti'nin general babasının itirazı yüzünden sona erdi. Fakat Sofya'nın en güzel kızı, öldüğü güne kadar Mustafa Kemal'i sevdi.


Atatürk'ün İlk Büyük Aşkı.. Bulgar Kızı Dimitrina Kovaceva

dimitrina atatürk ile ilgili görsel sonucu

Mustafa Kemal’in Sofya’da Ateşemiliter İken Tanıştığı Dimitrina Kovaçev Dimitrina Resmin Altına Kısaltılmış İmzasını Atmış Ve O Günün Tarihini Koymuştur.

(20 Haziran 1917)

Bulgar Dimitrina Kovaçeva (Miti) Sofya'ya askeri ataşe olarak atanan Mustafa Kemal'le 1914'te tanıştı. Strauss'un 'Güzel Mavi Tuna' valsiyle başlayan ilişkileri, Miti'nin general babasının itirazı yüzünden sona erdi. Fakat Sofya'nın en güzel kızı, öldüğü güne kadar Mustafa Kemal'i sevdi.

İlk Tanışma

Türk asıllı Bulgar Milletvekili Şakir Zümre Sofya'ya alışamayan Mustafa Kemal'i bir gece Verdi'nin ünlü Aida operasının prömiyerine götürdü. Antrakta Bulgar Çarı Ferdinand'la tanışan Mustafa Kemal, opera bittiğinde büyülenmiş bir halde salonu terk etti. Aida'nın büyüsüne kapılanlar arasında eski Savunma Bakanı General Kovaçev ve kızı Miti de vardı. Genç bekâr erkekler ise Aida'dan çok General Kovaçev'in öğrenimini İsviçre'de tamamlamış olan güzel kızı Miti'nin dikkatini çekmeye çalışıyorlardı. Mustafa Kemal ve Miti o gece birbirlerini fark etmediler ama Aida operası yaklaşık bir ay sonra yollarını kesiştirecekti....

Sofya'ya alışan ve çevresi giderek genişleyen Mustafa Kemal 1914 Şubat'ının ilk Cumartesi günü Şehir Kulübü'nde General Kovaçev ve ailesiyle tanıştı. Miti ve Mustafa Kemal'in "Güzel Mavi Tuna" valsı da işte bu tanışma gününde yaşandı. O gecenin hemen ertesinde Mustafa Kemal, General Kovaçev'in evine davet edildi. Türk zabitinin aileyle yakınlaşması, Miti ile daha fazla zaman geçirmesini sağladı. İkili sık sık Boris Parkı'ndaki buz pateni pistine, Çar Osvobodidov Bulvarı üzerindeki Bulgarya pastanesinegitmeye başladılar.

Ancak kısa bir süre sonra bir tatsızlık yaşandı. Halk tiyatrosuna bilet almaya giden Miti'nin yolu gazi bir yüzbaşı tarafından çevrildi. Yüzbaşı babasıyla beraber Türklere karşı savaştıklarını hatırlatarak, Sofya'daki birçok kimsenin genç Türk zabitiyle yaşadığı ilişkiden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Olayın ardından eve kapanan Miti ve yaşananları duyan Mustafa Kemal, birkaç gün hiç konuşmadılar. Sonra ortak dostları devreye girdi ve Bulgarya pastanesinde yine buluştular. Sorunu konuşmadan çözmüşlerdi. 24 Mayıs'ta bir bayramı kutlaması için Askeri Kulüp'te düzenlenen balo, ikilinin tüm Sofya'ya meydan okudukları gece olarak akıllarda kaldı. Geceye yeniçeri kıyafetiyle katılan Mustafa Kemal, "en özgün kıyafet sahibi" seçildi. Mustafa Kemal, onuruna çalınan vals başlayınca tüm salonun bakışları arasında Miti'ye doğru ilerledi ve birlikte piste çıktılar.
dimitrina atatürk ile ilgili görsel sonucu


Başta Bulgar Çarı olmak bütün kalabalığın önünde herkese meydan okuyorlardı. Kısa bir süre sonra Miti ve Mustafa Kemal her zaman gittikleri Boris Parkı'nda bu defa gelecekleri üzerine konuşuyorlardı. Mustafa Kemal, Miti'ye klasik bir evlenme teklifinde bulunmadı. Aksine yaklaşan savaşlardan, Türkiye'nin gelenekleri ve diniyle farklı bir ülke olduğundan söz etti. Miti hepsini dinledi ve "Evet diyorum, ne olacaksa birlikte olsun" dedi. Miti evine gidip haberi annesine verdi. General Kovaçev'in bu işe hazırlanması gerekiyordu. Miti ve annesi mutfakta plan yaparken Mustafa Kemal'in geldiğini duydular. Klasik selamlaşmanın ardından ikierkek baş başa kaldılar. Mustafa Kemal Miti'yle evlenmek istediğini açıkladı.

General Kovaçev biraz daha beklemenin hepsi için daha iyi olacağı yanıtını verdi. Mustafa Kemal Miti ile görüşmeye devam etmelerine izin verilmesini istedi, General de bunu onayladı. General Kovaçev kararı ertelemişti ama Sofya'da belirli bir çevrenin tek dedikodusu Miti-Mustafa Kemal ilişkisi olmuştu. Rahatsızlığı artan General Kovaçev, Mustafa Kemal'e "Bu evlilik olmayacak ve artık Miti ile görüşmezseniz iyi olur" mesajını iletti. Mustafa Kemal derin bir sessizliğe gömüldü. Miti ve ailesiyle zaman zaman şehir kulübünde karşılaştılar ama birbirlerini görmezden geldiler.

Son Buluşma

dimitrina atatürk ile ilgili görsel sonucu
General Kovaçev kızını avukat Gergi Haciyordanov ile nişanlamaya karar verdi. Mustafa Kemal ise o günlerde Sofya'dan ayrılmaya ve cepheye gitmeye için hazırlanıyordu. Miti nişanlanırken Mustafa Kemal de bavullarını toplayıp İstanbul'a döndü... Bir yıl sonra Mustafa Kemal Çanakkale Zaferi ile tüm dünyanın tanıdığı bir isim olmuş, Miti ise zorla evet dediği nişanlısından ayrılmıştı. Sofya'ya dönen Mustafa Kemal General Kovaçev'e kararında bir değişiklik olup olmadığını sordu. Yanıt yine olumsuzdu ama general bu kez vedalaşmalarına izin vermişti. Miti ve Mustafa Kemal Bulgarya pastanesinde son kez buluştular. O bir saate bir yılın hasretini ve bundan sonra ayrı geçirecekleri yılların özlemini sığdırmaya çalıştılar. Mustafa Kemal'in Miti'ye son sözleri "Sana karşı hissettiklerim yaşamım boyu değişmeyecek" oldu.


52 Yıl Boyunca Türk Zabitini Hiç Unutamadı
dimitrina atatürk ile ilgili görsel sonucu

Kahkaha sesleri ve hararetli konuşmalar nedeniyle Şehir Gazinosu'nun büyük salonunda yoğun bir uğultu vardı. Orkestra yeniden çalmaya başlamadan önce sunucu salondakilerden sessiz olmalarını istedi ve devam etti: "Sayın konuklar sürekli müşterilerimizin arasında yapılan son anket, birçoğunun Strauss müziğini tercih ettiğini göstermiştir. Ölümsüz Viyanalı müzisyenin hayranları için orkestramız zevkle bundan sonraki valsı çalacaktır. Evet sayın bayanlar ve baylar, hazır mısınız? Johann Strauss'un 'Güzel Mavi Tuna' valsı..." Bu anonsu alkışlarla karşılayıp piste doğru yürüyenler arasında Mustafa Kemal ve Dimitrina Kovaçeva ya da ailesinin seslendiği şekliyle "Miti" de vardı. O ilk göz göze geldikleri cumartesi günü başlayan öyküleri Miti'nin son nefesini verdiği 9 Ağustos 1966 gününe kadar yani tam 52 yıl sürdü... Bu 52 yılın büyük bir bölümünü de birbirlerini görmeden geçirdiler. Görmeden, konuşmadan, yazışmadılar ama birbirlerini hep merak ettiler.

Bulgaristan 6 Eylül 1915'de I. Dünya Savaşı'na katıldı ve 1918'de mağlup olarak mütareke imzaladı. Miti Sofya'da bir okulda Fransızca dersleri veriyor, Mustafa Kemal ise ülkesini kurtarmak için yeni bir savaşa başlıyordu... Miti ve ailesinin "Rokovska Sokağı 134" numaradaki evlerine Mustafa Kemal imzalı tek bir satır bile gelmedi. Buna karşın Mustafa Kemal'den söz eden gazeteler eve geliyor ve Miti bunların hepsini okuyordu. Türkiye 11 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesini imzaladı. Bundan bir ay sonra Miti, bir avukatla evlendi. Mustafa Kemal 29 Ekim 1923'de Cumhurbaşkanı oldu. Miti ise ikiz bebeklerini doğum sırasında kaybetti. 1925'e gelindiğinde Mustafa Kemal, Latife Hanım'la evlenmişti.

Miti ise oldukça kötü bir yıl geçiriyordu; Çar'a yönelik suikastta yaralanmış, birkaç ay sonra da annesini kaybetmişti. 1930 yılında önce İstanbul sonra Atatürk'ün davetiyle Ankara'ya giden Sofya Kooperatif Tiyatrosu oyuncuları Mustafa Kemal'den duyduklarıyla hayrete düştüler. Cumhurbaşkanı, "Gençliğimin bir parçasını bıraktım Sofya'da. Bir kız sevdim ama bana vermediler" diyordu. Atatürk'ün bu sözleri Bulgar basınında geniş yankı buldu. Bu sözleri okuyanlar arasında Miti ile babası General Kovaçev de vardı. Çevresine her zaman Mustafa Kemal'e büyük saygı duyduğunu söyleyen General Kovaçev yine de kızının bu Türk zabitiyle evlenmesine izin vermeyeceğini söyledi.

Yıllar sonra, Filibeli bir Türk kadının kızına yardım ricasını kıramayan Miti, Mustafa Kemal'e bir mektup yazdı. Fakat, "Sayın majesteleri" diye başlayan Haziran 1938 tarihli bu mektuba cevap gelmedi. Çünkü Mustafa Kemal, ömrünün son aylarını yaşıyordu. Miti, Mustafa Kemal'in ölüm haberini 11 Kasım'da radyodan öğrendi. Ömrü boyunca Mustafa Kemal'den neredeyse hiç söz etmedi. Sessizliği 7 Ağustos 1966'ya kadar sürdü. O sabah uyandığında, hasta yatağının başında bekleyen kardeşi Olga'ya rüyasında Mustafa Kemal'i gördüğünü anlattı. Birkaç saat sonra derin bir komaya girdi ve iki gün sonra Mustafa Kemal'in yanına gitti.


"Umutsuz Bir Aşkın Öyküsü" adlı kitaptan alınmıştır. (Yazar: Liliana Seramifova)


Bu İlişki Ne Kadar Gerçek? 

H.C. Armstong 1932'de yayımlanan ve Türkiye'de yasaklanan "Bozkurt" adlı kitabında, Mustafa Kemal'in Dimitrina Kovaçeva'ya âşık olduğunu ama yüz bulamadığını iddia eder.
Vamık D. Volkan ve Norman Itzowitz "Ölümsüz Atatürk" adlı kitapta Mustafa Kemal'in Miti Kovaçeva ile ilişki yaşadığını ve evlenme teklif ettiğini yazarlar.
Bulgar yazar Miti Kovaçeva'nın kızları ve yakınlarıyla konuştuktan sonra kaleme aldığı "Umutsuz Bir Aşkın Öyküsü" adlı kitapta hem ilişki hem de Miti Kovaçeva'nın ölümüne kadar yaşananları anlatır.
İngiliz yazar Lord Kinross "Atatürk" adlı kitabında Mustafa Kemal-Miti Kovaçeva ilişkini ve evlenme teklifini gerçek olarak kabul eder. Diğerlerinden tek farkı Mustafa Kemal'in 1915'de ikinci kez Sofya'ya gidişi bu kitapta yer almaz.
Andrew Mango, "Modern Türkiye'nin kurucusu Atatürk" kitabında, Şevket Süreyya Aydemir'in "Tek Adam" kitabından yola çıkarak "Miti'ye evlenme teklifi hikayesinin uydurulmuş olabileceğini" belirtir.
Süleyman Yeşilyurt'un kaleme aldığı "Ata'nın Hayatındaki 19 Kadın" adlı kitapta ise, Mustafa Kemal'in Miti Kovaçeva'nın dışında Savunma Bakanı'nın kızı Mora, Başbakanın kızı Nikolina ve bir milletvekilinin kızı Elana ile ilişki yaşadığı ileri sürülüyor. Ayrıca bu kitapta Miti'nin 1925'de İstanbul'da Mustafa Kemal ile buluştuğu da iddia edilir.
Hıfzı Topuz "Gazi ve Fikriye" adlı kitabında Mustafa Kemal'in Bulgaristan'dan gizlice geldiği İzmir'de, arkadaşı Doktor Fikret'e hem Miti hem de Nikolina ile hakkında çıkan söylentilerin uydurma olduğunu söylediğini yazar.
Şemsi Belli "Fikriye" adlı kitabında Mustafa Kemal'in Miti dışında, istihbarat toplamak için Savunma Bakanı'nın kızı Mora, Başbakanın kızı Nikolina ve bir milletvekilinin kızı Elana ile flört ettiği belirtilir.

Edebiyat tarihimizde büyük şairlere ve büyük şiirlere ilham kaynağı olmuş 15 kadını, onlara sözcüklerini armağan eden şairleri ve yazdıkları dizeleri hatırlayalım.

1. Celile Hanım - Yahya Kemal


Celile Hanım - Yahya Kemal
Yahya Kemal'in ünlü şair Nazım Hikmet'in annesi, ressam Celile Hanım ile olan aşkları dillere destandır. Yahya Kemal'in Nazım Hikmet'e ders verirken tanıştığı Celile Hanım ile olan ilişkisi mutlu sonla noktalanmamış, bu aşktan geriye şairin ölüme yazıldığı zannedilen ama aslında Celile Hanım'ın Heybeliada'dan İstanbul'a doğru yol alışında yaşadığı kederi anlattığı meşhur şiiri kalmıştır.

Sessiz Gemi

Artık demir almak günü gelmişşe zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler
Bilinmez ki giden sevgililer dönmeyecekler
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden

2. Muazzez Akkaya - Sezai Karakoç


Muazzez Akkaya - Sezai Karakoç
Sezai Karakoç'un Mülkiye'de okurken uzaktan uzağa aşık olduğu kadına yazdığı şiirin kıtalarının ilk harflerini birleştirdiğinizde "Muazzez Akkayam" ismi okunuyor. Okulun en popüler kızlarından olan ve kendisine Cemal Süreya'nın da şiirler yazdığını anlatan Muazzez Hanım şairin kendisine olan aşkının da farkında olduğunu söylemiştir. Aşkına bir türlü açılamayan Karakoç ise ona şiirleriyle seslenmiştir.

Monna Rosa

Ulur aya karşı kirli çakallar,
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa.
Monna Rosa bugün bende bir hal var.
Yağmur iri iri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
Açma pencereni perdeleri çek,
Monna Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek.
Anla Monna Rosa ben bir deliyim.
Açma pencereni perdeleri çek.

3. Piraye - Nazım Hikmet


Piraye - Nazım Hikmet
Nazım Hikmet'in uğruna şiirler yazdığı pek çok kadın var ama en uzun sürelisi ve Nazım bu ilişkinin büyük kısmını hapiste geçirdiği için en çilelisi Piraye ile olanıdır herhalde.

Piraye için Yazılmış: Saat 21-22 Şiirleri

Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken...
Ne güzel şey hatırlamak seni:
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının...
İçimde ikinci bir insan gibidir seni sevmek saadeti...
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti: kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak koyu bir karanlık...

4. Makber - Abdülhak Hamit


Makber - Abdülhak Hamit
Abdülhak Hamit Tarhan'ın kaybettiği eşi Fatma Hanım'ın ardından yazdığı bu şiir bir kadın için yazılmış şiirlerin en hüzünlülerindendir.

Makber

Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı, gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden. 
Ben gittim, o haksar kaldı,
Bir köşede tarumar kaldı,
Baki o enis-i dilden, eyvah,
Beyrut'ta bir mezar kaldı.

5. Mari Gerekmezyan - Bedri Rahmi Eyüboğlu


Mari Gerekmezyan - Bedri Rahmi Eyüboğlu
Bedri Rahmi'nin bu şiirini çoğu insan ezbere bilse de hikayesi pek bilinmez. Şair sanılanın aksine bu şiiri karısına değil, asistanlık yaptığı üniversitenin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiş olan Mari'ye yazmıştır. Mari Gerekmezyan ile yaşadıkları büyük aşk maalesef hüsranla noktalanmış, 1946 yılında hastalığa yakalanan Mari, şairin tüm çabalarına rağmen kurtulamamıştır.

Karadut

Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Agaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın a gülüm
Günahımsın, vebalimsin. 
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.

6. Tomris Uyar - Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever


Tomris Uyar - Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever
Tomris Uyar kendisine şiir yazılan kadınların en şanslısıdır herhalde. Kocası Turgut Uyar, tutkulu bir aşk yaşadığı Cemal Süreya ve ona olan ilgisi ve hayranlığını saklamayan arkadaşı ve belki de platonik aşığı Edip Cansever, yani şiirimizin 3 büyük ismi de satırlarında kendisine seslenmiştir.

Sayım / Cemal Süreya

Ayışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni

Bir Bozuk Saattir Yüreğim Hep Sende Durur / Turgut Uyar

Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
Ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan
Durmadan
Dağ biraz daha benden deniz her zaman senden
Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan
Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
Seni övdüğüm zaman
Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda
Seni övdüğüm zaman

Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir /  Edip Cansever

Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet’nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

7. Mevhibe Beyat - Özdemir Asaf


Mevhibe Beyat - Özdemir Asaf
Mevhibe Beyat ismini bilmiyorsanız bile Lavinia'yı mutlaka duymuşsunuzdur. Güzel Sanatlar Akademisi'nde okuyan ve güzelliğiyle dillere destan olan Mevhine Hanım'a duyduğu karşılıksız aşk Asaf'a bu dizeleri yazdırmıştır. 

Lavinia

Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun, ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme, lavinia
Adını gizleyeceğim.
Sen de bilme, lavinia.

8. Maria Missakian - Attila İlhan


Maria Missakian - Attila İlhan
Attila İlhan bu şiiri, Paris seyahati sırasında tanıştığı ve oldukça etkilendiği Maria Missakian'a yazmıştır. İlhan Türkiye'ye dönmek zorunda kalmış ama Maria'yı bir türlü ülkesine getirtememiştir. Mektuplarla devam eden aşkları aradan geçen seneler içinde kopmuş ve yıllar sonra şair, Maria'nın evli, mutsuz ve alkolik bir kadın olduğunu öğrenip yıkılmıştır.

Maria Missakian

Yüksekkaldırımda bir akşam
Maria Missakian'ı düşündüm
Eğer kendimi bıraksam
Yağmur olabilirdim yağardım
Kasım'da bir çınar olurdum
Yaprak yaprak dökülürdüm
Kalbimi sıkı tutmasam
Döküp saçıp boşaltsam
İçimde yükselen şiiri
Kaldırımlara döküp harcasam
Gözleri balıkçıl gözleri
Dudaklarında tutup rüzgarı
Maria Missakian adında biri
Gelse göğsüne kapansam

9. Fahriye Abla - Ahmet Muhip Dıranas


Fahriye Abla - Ahmet Muhip Dıranas
Şairin annesinin arkadaşı ve komşuları olan Fahriye Hanım'a yazdığı ve eşinin "Evlendiğimizde o kadın 70 yaşındaydı. Ben Fahriye Abla'yı hiç kıskanmadım" dediği şiir, edebiyatımızın en bilinen şiirlerinden biri olmuştur.

Fahriye Abla

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!

10. Ayten - Ümit Yaşar Oğuzcan


Ayten - Ümit Yaşar Oğuzcan
Ayten; şairin İş Bankası'nda çalışırken tutulduğu, kendinden oldukça ufak stajyer bir kızdır. Evli olan Oğuzcan, Ayten'e olan tutkusunu dizelere şöyle dökmüştür:

Milyon Kere Ayten

Ben bir Ayten'dir tutturmuşum
Oh ne iyi Ayten'li içkiler içip sarhoş oluyorum ne güzel
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor
Şarkılar söylüyorum şiirler yazıyorum
Ayten üstüne
Saatim her zaman Ayten'e beş var
Ya da Ayten'i beş geçiyor
Ne yana baksam gördüğüm o
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor
Bana sorarsanız mevsimlerden Ayten'deyiz
Günlerden Ayten'ertesidir

11. Burçak - Ah Muhsin Ünlü


Burçak - Ah Muhsin Ünlü
Nevi-i şahsına münhasır şair, Ah Muhsin Ünlü nam Onur Ünlü'nün Burçak'ı meşhurdur. Hakkında şiirleri dışında konuşmayı sevmediği Burçak'ına adanmış pek çok dize tek şiir kitabı olan Gidiyorum Bu'da yer alır.

Ah!

ah! ben bundan sonra bir karı sevmek
başkasını sevmek*
-burçak’a evet
işte sen gülüyorsun
ve beni daha geniş bir salona almış oluyorlar
gözlerim dönüyor sevdadan, merkezden değil
tam beş milyon park oluyorum, mavzerler caba
defterime tartışmasız bir kuzu çiziyorum da!

12. Azime Korkmazgil - Hasan Hüseyin Korkmazgil


Azime Korkmazgil - Hasan Hüseyin Korkmazgil
Şair oldukça ilginç ve güzel bir hikayeleri olan, zor kavuştuğu ve çok sevdiği eşine pek çok dize ve görkemli şiirler armağan etmiştir.

Azime'li Temmuz Bildirisi 2

saksılarda çöl bitkileri, salonlarda kartpostal mutluluklar
eskidi maskelerin sırıtan düşmanlıkları -- ve nice yazlar
oh ne güzel yeniden -- bu senin güzelliğin ne demek
sel ne demek azime'm, savaşlara durmak ne demek, güzel ne demek
sen geldin ey benim kadın ülkem -- yepyeni ufuklar geldin
dürülü bayraklarım güldü gülüm -- sen geldin kutuplarım değişti

13. Mihrimah Hanım - Cahit Sıtkı Tarancı


Mihrimah Hanım - Cahit Sıtkı Tarancı
Arkadaşı Vedat Günyol'un kardeşi Mihrimah Hanım'a aşık olan ancak aşkını gizlice içinde yaşayan Tarancı, Kara Sevda şiirini onun için yazmıştır. Bu aşkını çok uzun seneler sonra arkadaşına itiraf etmiştir ancak Mihrimah Hanım artık evlidir. Vedat Günyol "Keşke zamanında söyleseydin, evlenmenizi çok isterdim" demiş, bunun üzerine Tarancı derin bir pişmanlığa düşmüştür.

Kara Sevda

Bir kere sevdaya tutulmaya gör;
Ateşlerde yandığının resmidir.
Aşık dediğin, Mecnun misali kör;
Ne bilsin alemde ne mevsimidir. 
Dünya bir yana, o hayal bir yana;
Bir meşaledir pervaneyim ona.
Altında bir ömür döne dolana
Ağladığım yer penceresi midir? 
Bir köşeye mahzun çekilen için,
Yemekten içmekten kesilen için,
Sensiz uykuyu haram bilen için,
Ayrılık ölümün diğer ismidir.

14. Mihriban - Abdurrahim Karakoç


Mihriban - Abdurrahim Karakoç
Abdurrahim Karakoç bu şiiri gençlik çağında sevdiği, "seviyordum ama olmadı" dediği bir kıza yazdığını söylemiştir. Kızın adı başkadır, orası şairde saklıdır, Mihriban ise onun temsil eden bir semboldür sadece. Şiir bestelenip pek çok sanatçı tarafından seslendirilmesi ile oldukça meşhur olmuştur.

Mihriban

Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban 
Yar, deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban

15. Leyla Erbil - Ahmed Arif


Leyla Erbil - Ahmed Arif
Ahmed Arif genç yaşında aşık olduğu ve bu aşkı kalbinden uzun yıllar taşıdığı ancak dostluktan öte bir karşılık bulamadığı Leyla Erbil'e pek çok şiir yazmıştır ama en meşhuru muhakkak ki şudur:

Hasretinden Prangalar Eskittim

seni, anlatabilmek seni.
iyi çocuklara, kahramanlara,
seni, anlatabilmek seni,
namussuza, haldan bilmez,
kahpe yalana.
ard-arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül-gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana,
bir bu yana...

SUSKUNLUK (SESSİZLİK) SARMALI NEDİR? Suskunluk Sarmalı Alman bilim kadını  Elisabeth Noelle Neumann  tarafından geliştirilen bir kuramd...