31 Mart 2016 Perşembe

Türkler de altı köşeli yıldız, Heksagram, Mühr-ü Süleyman,                                             Davut yıldızı

Ed tamgası Ön Türkçede “var etme, yaratma” anlamına gelir.Kün eki ( gün-ay, güneş ve ay ) sembolü iç içe, ters yüz iki üçgendir. altı köşeli yıldız ( heksagram ) olarak da bilinir.Bu şekli idil-oral ve alplerde kamunlar vadisinde görürüz.
Muhr-u-Suleyman-8217-mi-Davud-Yildizi-8217-mi-nbsp-Hexagram
Edin-er,  edin-ir, dingir, tengir, tengri, tenri ve sonunda tanrı değişiminden geçmiştir. edin-er,sümercede tanrı demekti. sonraki bin yıllarda dingir de aynı anlamda kullanılmıştır.

Edis kelimesi, mö.3000’lerde ege bölgesinde ve Yunanistan’da varlık gösteren ve bir Öntürk kavmi olan olan Pelasglarda tanrı anlamına gelirdi. ed-is-ong, yaratma başarısı yani yaratan demekti.

Ön-türkçe’de "uçu" eki tanımlanır. “gök ikilisi” anlamına gelir. mö 3000 yıllarında ortadoğu’ya indiği sanılmaktadır. aslı bilinmediği fakat kutsal sayıldığı için İslamiyet’te Mühr-ü Süleyman, Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta Davud’un yıldızı olarak bilinir. Selçuk ve Osmanlı sanatında, çiniler, tabaklar, sahan ve siniler üzerinde, tahta ve tavan süsleri arasında çok sık kullanılmıştır.

Mühr-ü Süleyman, Allahın celâl ve cemâl sıfatlarını sembolize eder. bu yüzden gök ikilisi, yani iki ilahi vasıf açıklaması son derece yerindedir. Kuranda da anlatıldığına göre, Süleyman peygamber bu mührü yüzüğünde taşırmış. bu yüzüğe sahip olduğu sürece de kuşların, karıncaların dilini anlar, cinlere hükmeder"miş". bir gün cinlerden biri bu yüzüğü çalmış ve Süleyman da bu kudretini kaybetmiş.

Heksagon yani altı köşeli yıldız, bugün dünyada israil bayrağı ve yahudilerin sembolü diye bilinmektedir. yahudiler’in altı köşeli yıldız’ı kendilerine sembol ve bayrak yapmaları, musevi dinine geçen Hazar Türklerinden sonra ortaya çıkmıştır.Dünya yahudilerinin yarısından çoğunu Hazar (Türkleri) soyundan gelenler oluşturmaktadır. İsrail bayrağına mavi renkte işlenmesinin sebebi de, mavi rengin hemen hemen bütün Türk boylarında tanrı’ya işaret etmesidir ( gök rengi ).

İstanbul'daki yüzlerce yıllık tarihe sahip pek çok caminin tavan, duvar ve cam süslemelerinde de Mühr-ü Süleyman deseni bulunmaktadır. Mühr-ü Süleyman, metal, ahşap, mimari, dokuma gibi pek çok dalda nakış amaçlı kullanılmıştır. taş, ağaç, cam, kağıt vb. satıhlarda merkezî motif niyetine kullanılmıştır. Osmanlılar'da ise başta hamam kubbe delikleri olmak üzere mezar taşları, cami tezyinatları, padişah gömlekleri, sancaklar, anıtlar ve kemer kilit taşlarıyla çini, seramik gibi mimariyi ilgilendiren hususlarda, mutfak eşyalarında, çeşmelerde, sebillerde, giyim eşyaları ve takılarda kullanılmıştır.

Aslında altı köşeli yıldız, yahudiler'den ve israil devletinin simgesi olmadan çok önce, Anadolu’da kullanılmıştır. Anadolu Selçukluları, Artukoğulları ve İlhanlılar'ın eserlerinde bilhassa kubbelerin kilit taşlarında sık rastlanır.

Antalya ve çevresine yerleşen Teke Türkmenleri'nden dolayı bu bölgenin adı Teke Sancağı olarak isimlendirilmiş ve 14 Mayıs 1373'te Teke beyi Mehmet bey, Antalya burçlarına beyaz zemin üzerine kırmızı altı köşeli yıldız ve uçlarında türk'leri de betimleyen altı adet hilal ekleyerek ve bayrak ucunda kutsallığı ve göksel ışığı betimleyen çift şerit eklenmiş Hazar bayrağı'nı asmıştır.


Teke beyliğinin sancağı- Hazar sancağının modifiye halidir



Fatih in annesinin de mensubu olduğu Çandaroğulları beyliği sancağı




Karamanoğlu beyliğinin bayrağı


Karamanoğulları'nın bayrağı- gök rengi- 1:1 israil bayrağına geçmiştir



Doğu Türkistan -Sincan-bayrağı- Türk ün kutsal rengi- Göktengriye atfen- sadece kutsal, Türk ün gerçek renginin kullanımı için eklenmiştir



Neticeten, Mühr-ü Müleyman, hazar bayrağında bir topluluğu simgelemek için ilk kez kullanıldıktan çok sonra yahudilerin bir simgesi olarak kullanılmıştır. Hazar örneğindeki gibi, Filistinden kovulduktan sonra musevi inanışlı ilk devlet olan Türk Hazar imparatorluğu, şüphesiz ki dünyadaki yahudilerin çoğunu oluşturan eskenazi- aşkenazim'lerin kaynağıdır... yoksa hakan- kağan kelimeleri yahudiler tarafından koen, cohen ve kaganoviç vs gibi hâlâ kullanılmazdı...


140 YIL ÖNCE OSMANLI KIYAFETLERİ

1905 yılında yaptığı ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi resmiyle tanınıyor, Osmanlı döneminin çok yönlü entelektüel isimlerinden biri olan Osman Hamdi Bey (1842-1910).
Ancak onun çok farklı yönleri de var. Arkeolog, ressam, müzeci ve Kadıköy semtinin ilk belediye başkanıdır. Bu birbirinden farklı yönleriyle hem bir bilim insanı ve tarihçi, hem sanatçı, hem de politikacıdır bir nevi. Bir yandan Osmanlı yönetimi tarafından önemli eğitim kurumlarının başına getirilir. Eğitime de çok önem veren Osman Hamdi Bey, Türkiye’de ilk defa bilimsel arkeolojik kazıları Nemrut Dağı, Muğla ve Lübnan’da başlatarak bir ilke imza atmış; İskender Lahdi’nden Artemis’e atfedilen Yunan tapınaklarına ve Antik kentlere kadar çok sayıda tarihi eserler bulmuştur. Söz konusu olan pek çok eseri İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
Eski müzeler umum müdürlüğü yapan Hamdi Bey, sanatçı ve amatör bir tarihçi olan Fransız kökenli bir Osmanlı yurttaşı Victor Marie de Launay (1822 veya 1823-?) ile birlikte Osmanlı giyimi ve kıyafetleri üzerine resimli bir kitap kaleme almak istemiştir. Hamdi Bey ile Marie de Launay tarafından hazırlanıp Foto Sabah tarafından çekilmiş olan Osmanlı kıyafetleri, Elbise-i ‘Osmaniyye (Les costumes populaires de la Turquie en 1873) ismiyle 1873 tarihinde bir kitap olarak basılmıştır. Bu albüm içerisinden ilginç olan bazı resimleri aşağıda aktarmak istiyorum.
İzmir ve Manisalı kadın kıyafetleri
 
Ev ve sokakta Trabzonlu kadınlar
(Soldan sağa) Yozgatlı Müslüman ve Ankaralı iki Hristiyan kadın
(Soldan sağa) Yozgatlı ve Ankaralı Hristiyan, Ankaralı Müslüman erkeği
(Soldan sağa) Burdurlu Rum kadını, Konyalı erkeği ve Burdurlu Müslüman kadın
 
Elmalılı bir erkek, Konyalı bir Hristiyan ve bir Müslüman süvari
 
(Soldan sağa) Aydınlı kıyafetleri. Zeybekler ve bir esnaf.
 
Trabzon kıyafetleri. Kadın ve erkek.
 
Kaynakça
HAMDİ BEY, Osman ve DE LAUNAY, Victor Marie. (1999). 1873 Yılında Türkiye’de Halk Giysileri Elbise-i Osmaniyye. (Çeviri: Erol Üyepazarcı). İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları.
Aşiyan’da Acı Çeken Adam

Aşiyan'ın bile ömrünü uzatamadığı adam.

Mayıs 28, 2012 | Ozan Can Sülüm

Eski zamanlarda orta okul yıllarının, çağdaş müfredat sonrasındaysa lisedeki edebiyat derslerinin en fazla üzerinde durulan, en çok okunan ve en çok merak edilen adamlarından biridir Tevfik Fikret. Edebiyatla çok fazla ilgilenmeyenler onu sadece Servet-i Fünun’un kurucusu olarak tanır, biraz ilgilenenler, yine Servet-i Fünun’un kurucusu olarak tanır ve edebiyatı çok seven “ay ben çok kitap okurum”cular da onu yine Servet-i Fünun’un kurucusu olarak tanır. Fazlası da var…

Aşiyan’daki evini ziyarete giden herkesin “ulan adam hayat yaşamış be, şu manzara ömür uzatır” geyikleriyle yücelttiği Tevfik Fikret, o Aşiyan’daki evde hayatının tüm acılarını çekerken muhtemelen o manzarayı görmüyordu bile. Şimdiki Boğaziçi Üniversitesi’nin yerinde bulunan Robert Koleji’nde öğretmenlik yaptığı için kolayca gidebilsin diye güney kampüsünün hemen dibine, edebi kimliğini de unutmamak için şairler mezarlığı olarak bilinen Aşiyan Mezarlığı’nın hemen üzerine yaptırır Fikret planlarını çizdiği köşkünü. Manzara’ya karşı iç çekmek için değil, içindeki sıkıntılardan dolayı nefes alamadığında gözlerden uzak olsun diye.

Çocukluğunu, ergenliğini, edebi yahut sosyal davasını anlatacak değilim, vikipedya’da bile yazıyor artık. Servet-i Fünun’un aldığı tepkilerle başlayan süreç ve hayatının her anında çektiği acıların hayatına tezahürünü anlatmak, Aşiyan’da aslında acı çektiğini göstermek içindir bu yazı. Bir de son yazıyı yazalı bayağı oldu, artık bir şeyler karalayayım düşüncesi geldiği için…

 Dekadanlık, özentilik ve “çakmacılık” ile itham edilmek, Fikret gibi özgünlüğü benimsemiş ve sanatı hem kendisi, hem de insanlık kültürü adına yapmaya çalışan bir adam için fazlasıyla ağırdı. Servet-i Fünun’un dağılış sürecinin başlaması dekadanlık tartışmasının son demlerine denk gelir ki, bu dönemde artık  tüm o tartışma boyu sakin kalmış Fikret de delirmiş, özellikle de gavurlukla itham edildikten sonra “kendi yurdumda gavur damgası yiyeceğim, yedi ceddime gavur denecek, asarıma şapka geçirilecek öyle mi?” tepkisiyle daha fazla dayanamayacağını gösterir. Zaten artık en ateşli Servet-i Fünun’cular Cenap ve Mehmet Rıfat da daha fazla devam etmeyeceklerini bir anlamda beyan etmişlerdir. Tek başına rüyasını kurduğu ve topladığı Servet-i Fünun dağılmaktadır ve bunun için hiçbir şey yapamaz Fikret. Arkadaşları sürgüne gönderilmekte, eserleri toplatılmakta, üzerinde baskı kurulmakta olan bir adamdır ve edebiyatı güzelleştirme çabası, yerini akıl sağlığını koruma çabasına bırakır.

Takıntılı bir adam olmadığı söylense de, idealleri uğruna bayağı zorlayıcı bir adam olduğu bilinir Fikret’in. Servet-i Fünun aşkıyla, ailesine istediği kadar zaman ayıramayan bir adama dönüşür tabii. Geceler boyu matbuat, sürekli yazılan yazılar, evdeyken bile çalışma odasında geçirilen saatler… Eşi Nazime Hanım ve oğlu Haluk’a yeterli ilgiyi gösterememesi, onun aile hayatının daha da kötüye gitmesine sebebiyet verir. Eşinin deyimiyle “batıyla doğu arasına sıkışmış bir adam” olmasının yanında, işi ve ailesi arasında da sıkışıp kalmıştır.

Servet-i Fünun yolundaki en büyük destekçilerinden, aynı zamanda yakın dostu ve halasının kızıyla evlendirdiği akrabası Mehmet Rauf’la ilgili söylentiler, hiçbir zaman tepki göstermese, ilgilenmese de her zaman içten içe onu yemiştir der yakınları, hayatını inceleyenler. Söylenti ağırdır. Gerek normal aile ziyaretleri, gerekse iş icabı Fikret’in konağına gelip giden Mehmet Rauf ile Tevfik’in eşi Nazime Hanım arasında bir yasak aşk vardır. Söylentilerin bir bölümü bunun tek taraflı (Nazime Hanım karşılık vermemiş), diğer bir bölümü de karşılıklı bir aşk olduğu yönündedir. Sürekli evine gidip gelen Mehmet Rauf’la olan ilişkisini bir anda bu söylentiler sebebiyle asgariye indirir Fikret. Sadece bu bile onun söylentilerden etkilendiğini gösterir bana göre. Hatta bir eseri daha farklı okumanıza sebep olacak bir başka söylenti de şudur ki; Mehmet Rauf’un edebiyat tarihimize ilk psikolojik roman olarak geçen eseri Eylül’de anlattığı üçlü aşk hikayesi Rauf-Fikret-Nazime Hanım arasındaki durumdur. Rauf’a göre Fikret, mutluluğunun önündeki tek engeldir.

Aile hayatı çok parlak olmamıştır Fikret’in. Rumi kökenleri olan Fikret, çok ciddi bir dini eğitim almıştır, dindar yetiştirilmiştir. 12 yaşında annesi Refia’yı kaybeden Fikret ilk aile darbesini burada almış, sonrasında da sürgüne yollanan babasından uzak yaşayarak bomboş bir çocukluk geçirir. Eşiyle olan sıkıntıları bir yana, her zaman gurur duyacağını birçok eserinde anlattığı, yüksek beklentilerle her seferinde övdüğü oğlu Haluk’u beklentilerini karşılasın diye mühendislik eğitimine Glasgow’a gönderir. Parasını eksik etmez. Yanında kalacağı aileyi de beraber seçmiş, uzun süre mektuplaştıktan sonra güvenerek onlara teslim etmiştir evladını. Ancak mektuplara cevap vermemeye başlar Haluk bir süre sonra. Ya uzun zaman sonra geliyordur kısa cevapları artık, ya da hiç gelmiyordur… Haluk, Fikret’in biricik tutunacak dalı, dünyaya geldiğinde bütün streslerinden arındıracağını düşündüğü oğlu, yanında kaldığı ailenin etkisiyle din değiştirmeye karar vermiştir. Bu ilk şok olur. Daha da kötüsü, ABD’de Michigan Üniversitesi’nde eğitimine devam etme kararı aldığını ve önce Kanada’ya, sonraysa ABD’ye gidip oraya yerleşeceğini yazmaktadır. Evladını bir kez daha göremeyeceği düşüncesi, eşi Nazime Hanım’ın bütün olanlar yüzünden Fikret’i suçlaması, dindar yetişip dinden aslında oldukça uzak bir hayat süren Fikret’in oğlunun Hristiyanlığa geçmesi, eşine dostuna vereceği hesap, Servet-i Fünun’un dağılması sonrasında düştüğü boşluk ve diğer etkenler (daha ne olacak) onu iyice içine kapanık bir adam haline getirir. Sonradan Presbiteryen Kilisesi rahibi olacak ve hayatını rahip olarak sona erdirecek oğlundan arada sırada aldığı mektup ve haberler de onun fırtınalarını daha şiddetli hale getirir. Üzülse mi, sevinse mi…

Aşiyan’ın tamamlandığı 1905 yılında, oraya yeni bir başlangıç yapmaya gitmiştir aslında. Oğlunu yolladığı Glasgow’dan mutlu haberleri alacak, müstakbel işine yakın olacak, tablolarını ve yazılarını o sakinlikte yapacaktır. Bir nevi Servet-i Fünun’un emekliliğini yaşayacaktır. Ama Aşiyan kabus olur Fikret’e.

Eserlerinde her zaman bir tablo vardır, okuyanlar bilir. Ya tüm eser bir manzara anlatır, ya eserin nefis bir betimleme anı vardır, o manzarayı detaylıca resmeder Fikret. Tüm bu resim tutkusu, içinde bir yerlerde bir ressam olma arzusuyla yanmasından ileri gelir. Aşiyan’daki tabloların çoğunu odasına kapandığı zamanlarda yapmıştır. Oğlunun meramını anlattığı ve din değiştirdiğini söylediği mektup sonrasındaysa yaptığı tabloların hepsi derin bir kasvet içermektedir artık…
Edebiyatımızın en büyük aktivistlerinden, en büyük beyinlerinden Fikret, ömrünü kısaltan badireler sebebiyle Aşiyan’daki inzivasında, 19 Ağustos 1915’te vefat eder. Aşiyan yetmemiştir ömrünü uzatmaya.

25 Mart 2016 Cuma

YAZININ DOĞUŞU-II

M.Ö. 3. Binyıldan başlayarak Ortadoğu’daki bütün büyük kültürler ya bir yazı sistemi icat etmiş ya da bir başkasından alarak kullanmıştır. Bu yazılardan, Antikçağ dünyasında en yaygın olan ve bugün en iyi bilinen sistemler, Eski Mısır’daki hiyeroglif yazısı ile Mezopotamya halklarına özgü çivi yazısıdır. Mısır yazısının kullanımı, Nil Vadisi’nin Sudan’a kadar olan bölümü, Filistin – Fenike kıyıları ve Sina Yarımadası’yla sınırlı kalmıştır. Oysa çivi yazısı ve bu sistemle yazıya geçirilmiş olan Sami (Asur – Babil) dili, bin yıla yakın bir süre boyunca tarihteki ilk uluslar arası iletişim aracı olmuştur.

Elamlılar(İran’ın güneybatısı), Hititler (Anadolu), Hurriler(Kuzey Suriye) ve Kenanlılar( Filistin ve Fenike’de) diplomatik ve ticari yazışmalarının yanı sıra edebiyat ve din metinlerinde de Mezopotamya dilini ve yazısını kullandılar. Mısır’da Yeni Krallık dönemi firavunlarının diplomatik yazışmalarını, çiviyazısında ustalaşmış katipler yürütürdü. Aynı dönemde başka yazı sistemleri de ortaya çıktı, fakat bu yazıların yayılmaları sınırlı kaldı. Hititler, Mısır’dakinden daha farklı bir hiyeroglif kullanıyorlardı. Girit’e gelince, başlangıçta bir hiyeroglif sistemi kullanıldı, daha sonra, Mykenai uygarlığına da miras kalacak olan yaklaşık 80 işaretli çizgisel bir yazı sistemi (Lineer B) icat edildi.

1. Binyılda alfabenin ortaya çıkışı, yazı tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. Mısırlılar, yüzyıllardan beri ulusal yazı sistemi içinde sessiz harfleri yazıya geçirebiliyorlardı. M.Ö. XIV. Yüzyılda Ugaritliler, 27 sessiz ve 3 sesliden oluşan alfabelerini yazıya geçirmek için sadece 30 işaretlik basit bir çiviyazısı kullandılar. Fakat bunlardan hiç biri yaygınlaşmadı. Alfabeye dayalı yazı sistemi ancak XI. Yüzyıldan sonra, Fenike kıyılarından başlayarak genelleşti. Bu önemli yenilik, toplumsal yapıdaki bir değişikliği de beraberinde getirdi: Saray ve tapınak okullarında uzun bir eğitimden geçerek yetişen katiplerin rolleri ve önemleri artık azalmaya başlamıştı.

Ugarit yazısı - Alfabeye geçiş

ALFABE

I. Binyılın sonunda Yunanlılar, Fenikelilerden esinlenen bir alfabe kullanır. Bu Mezopotamya yazı sistemlerinin uğradığı son değişimdir.
Alfabe yazısı, insanlarla ürünlerin, fikirlerle düşünsel yeniliklerin daima iç içe girdiği Akdeniz çevresinde ve Kenan (Fenike ve Filistin) ülkelerinde ortaya çıktı.
Birinci binyıldan beri alfabe oluşturma yönünde birçok girişim olmuştu: hiyeroglif işaretlerini temel alan yaklaşık 30 işaretlik basit bir yazı kullanan (M.Ö. 1800’ e doğru) muhtemelen Asya kökenli Sinalı madencilerin girişimi bunlardan biridir. Mısır’la Kenan dünyasının kaynaştığı, Biblos’ta, hiyerogliften yola çıkılarak benzer şekilde hece değerine veya sessiz harflere dayanan 75 işaretli bir sistem oluşturuldu. Asıl yeniliği ise Ugarit yazıcıları yarattı. Mezopotamya işaretleri gibi kile kazınan çiviyazısı görünümündeki karakterler aslında daha o zamandan gelecekteki alfabe sisteminde yerini alan 30 harften oluşuyordu. Ugarit, yani Kenan dünyasının dini edebiyat metinleri, bu yazıyla bize ulaşmıştır. Ugarit “alfabesi” sadece bu siteyle sınırlı kalırken, “eski” olarak adlandırılan Sami alfabesi, bugün kullandığımız alfabe sistemlerinin kökenini oluşturdu. İlk kez XI. Yüzyılda, Biblos Kralı Ahiram’ın lahti üzerine kazılı metinde ortaya çıktı; yalnızca sesli harf değerindeki 22 işaretten meydana geliyordu. Bu sistem sırasıyla Aramlar, İbraniler ve Fenikelilertarafından kullanıldı. Tüccar ve denizci olan Fenikeliler, seferleri sırasında bu sistemi özellikle batıya Kıbrıs ve Ege’ye taşıdılar. Bu sistemden esinlenerek yola çıkanYunanlılar kendi alfabelerini yarattılar. Dünyada ilk kez, sessiz ve sesli harflerin yazıya dökülmesine dayalı ilk gerçek alfabeyi kullananlar, M.Ö. XI. Yüzyılda Yunanlılardır.Etrüskler tarafından yeniden ele alınan ve İtaliklere, daha sonra da Latin halklarınaaktarılan bu alfabe, tüm Akdeniz dünyasında kullanılacaktır.

                Çivi Yazısı

HİYEROGLİF’TEN DEMOTİKE’YE

Önceleri hiyeroglif niteliğinde olan Mısır yazısı, zamanla basitleştirilerek, daha kolay ve herkesin öğrenebileceği bir yazıya dönüştürüldü.
M.Ö. 3000 yılına yaklaşırken, Mısır’da 3 bin yıl boyunca kullanılacak olan ve hiyeroglif işaretlerine dayanan yazı sisteminin temelleri atılmıştı. Çeşitli hayvanlar, göz, güneş, aletler gibi çoğu kolayca tanınabilen 700 kadar işaretleri vardı. Bu yazı, başlangıçta resim çizimine dayanıyordu (çizilen resim bir nesneyi veya eylemi temsil ediyordu). Ama başından beri, her bir işaretin bir sesi temsil ettiği ses çizimlerini göstermekteydi. Ördek çizimi, hayvanın kendisini temsil ediyordu; ama ördeğe sa dendiğinden, aynı işaret “oğul” anlamına gelen sa sesini de çağrıştırabilirdi. Yazıcı, okuyucunun karışıklığa düşmesini önlemek için, metni ek işaretlerle dolduracaktı: İşaretin kullanımının ideogram (sözcüğün anlamını az çok temsil eden işaret – nesne) veya fonogram (ses işaretleri) olarak taşlar üzerine kazındığını belirten uyarılar ve hece değerini gösteren ses ekleri.


           Yazı Çeşitleri

Mantığı ne olursa olsun, bu yazının öğrenilip okunması zordu ve hızlı yazmaya da elverişli değildi. Taşlar üzerine kazınan veya lahitler ve mezarların üzerine resmedilen metinlerde kullanılan hiyeroglife paralel olarak işlek bir yazı daha gelişmişti. Mürekkebe batırılan ezik uçlu bir kamış yardımıyla papirüs üzerine çizilen hiyeratik – hiyeroglif yazısı, hiyeroglif işaretlerinin basitleştirilip üsluplaştırılmasıyla oluşturulmuştu. Birleştirme işaretleri ve kısaltmalarıyla, gündelik yaşamın gereklerine hizmet ediyor, adli, idari ve özel yazışmalarda, döküm ve sayımlarda, ayrıca, edebi, dinsel ve bilimsel metinlerde kullanılıyordu. M.Ö. 700’e doğru, daha da basitleştirilmiş yeni bir işlek yazı, hiyeratik – hiyeroglif yazının yerini aldı. Yunanlılar buna “demotike”, yani “halk yazısı” adını verdiler; çünkü yaygın biçimde kullanılıyor ve konuşma dilindeki yeni biçimleri yazıya geçirme olanağı sağlıyordu. Papirüs veya ostrakon (çömlek kırıkları) üzerine uygulanan demotike yazısı, bin yıldan fazla bir zaman anıtların üzerine kazınan ve hiyeroglif kullanılan metinlerle, papirüs üzerine yazılan ve hiyeratik – hiyeroglif yazısının kullanıldığı metinler dışında her alanda yeterli oldu.


Demotik yazı hiyeroglif yazısının basitleştirilmiş halidir.

ÇİVİYAZISI SİSTEMİ

Dördüncü bin yıldan itibaren Mezopotamya Halkları çiviyazısı adı verilen ve M.S. 1. Yüzyıla kadar kullanılacak olan bir yazı geliştirir.
Eski Mezopotamya’da ilkyazı işaretleri, mal sayımı, tayın ve erzak dağıtımı gibi çok somut ihtiyaçlara cevap vermek üzere ortaya çıktı. Bütün yazı sistemlerinde olduğu gibi, önce bir nesneyi veya bir eylemi temsil eden kalıplaşmış resimler biçimindeki harfler belirdi. Sümer Uygarlığı, birkaç yüzyılda basit resim çizimlerinden, bir fikrin ve bir sesin anlatımına geçmeyi başarmıştı. Mesela başlangıçta oku gösteren işaret ( Sümerce’de ti), ti’nin ses değerini ve soyut bir şey olan “hayat” anlamını alırken; yazımı da üsluplaşıp genişleyerek ilk baştaki resimden iyice uzaklaşmış oldu. Sümerler böylece, M.Ö. 2600 yılına varıldığında, 150’si hece ses değeri taşıyan, diğerleri ise ideogram (nesne işareti) veya iogogram (somut veya soyut bir gerçekliği temsil eden işaret) işlevlerini koruyan yaklaşık 600 işaretten yararlanmaktaydı.
Mezopotamya’ya M.Ö. 2300 ‘den itibaren yerleşen Sami Akkadlar bu yazıyı benimsediler. Fakat Sümer yazısı, temelde tek heceli bir dile göre tasarlandığından ilk olarak Akkadlar, kendi dillerindeki sözcükleri her işaret (Sümerlerden alınan) bir heceyi gösterecek biçimde bölmek zorunda kaldılar. Ti işareti, hece değeri dışında hala “hayat” demekti, fakat bu soyut gerçeklik artık ti (Sümerce) yerine balatu (Akkadca) olarak telafuz ediliyordu.
M.Ö. 1800’e doğru, Babil Kralı Hammurabi zamanında Mezopotamya dünyasında konuşulan Akkad dili, çok geçmeden kuzeyde Asur ve güneyde Babil dilleri olarak ortaya çıktı. Yazıcılar, bu dili yazıya dökmek için, daha sonra güneşte veya fırında kurutacak oldukları ıslak kil tabletlere çiviyazısıyla (“çivi biçiminde”) işaretler kazıyordu. Her işaretin ( toplam 500’ten fazla işarete rastlanmıştır) bir veya daha fazla hece değeri ve genellikle bir yada daha fazla anlam değeri vardı. Dolayısıyla yazan veya okuyan herkes, binlerce olası anlamı tarayıp içlerinden birini seçmek zorundaydı; bunu da ancak meslekten olan kişiler, yani yazıcılar yapabiliyordu. Böylece yazıcılar, toplumda giderek artan bir etkiye sahip oldular.




ÇÖZÜLMÜŞ ESKİ YAZILAR

Derin bilgi, tutku ve sezgiyi birleştiren XIX yüzyıl araştırmacıları, Mısır ve Mezopotamya Uygarlıklarının yazılarını çözmüştür.
Çözücüler, çalışmaları sırasında iki sorunla karşı karşıya kaldılar: bir yanda gerçek anlamıyla yazı sorunu, öte yanda ise yazı sisteminde kullanılan dil sorunu. Dolayısıyla, biri önceden bilinen iki (veya daha çok) yazı sisteminin kullanıldığı belgeler gerekliydi.Rosette (veya Reşit) Taşı’ndaki Yunanca metni okumada bir sorun çıkmıyordu; en azından hiyeroglif ve hiyeratik yazıyla bu dikili taşta yazılı metinlerin içeriği biliniyordu. Daha sonra bilim adamları, ellerindeki metnin yazımında hangi dilin kullanılmış olduğuna dair bir varsayımda bulunmak zorunda kaldılar. Champollion, Eski Mısır dilinin, Mısır Hıristiyan Kilisesi’nin ayinlerinde kullanılan Kıpti dilinde hala sürdüğü fikrini ortaya attı.Rawlinson ise, Bisütun’daki Elamca ve Eski Farsça metinleri aydınlığa kavuşturduktan sonra, başka araştırmacılar ile birlikte kalan metnin Babilce olduğunu ve Arapça ve İbranice’den yola çıkılarak yapılarına ulaşılabilecek bir Sami dilinin söz konusu olduğunu ileri sürdü. Her iki uzman da haklıydı: bir çok bilim adamının çılgınca değilse de pürüzlü bulduğu bu varsayımlar binlerce saatlik çalışma sonucunda ortaya konmuştu.

ÇÖZÜCÜLER:

1754.Rahip Barthêlemy, Fenike ve Palmira metinleri için kesin bir okuma yöntemi önerdi.
1799. 2 ağustos.Nil Deltası’nda Ptolemaios V. Epiphanes’in bir buyruğunun hiyeroglif, hiyeratik ve yunan yazılarıyla yazılmış kopyasını taşıyan Rosette Taşı gün yüzüne çıkarıldı.
1822. J. – F. Champollion’un Mısır yazı ilkelerini açıkladığı Lettre â M. Dacier’si (Sayın Dacier’ye mektup) yayımlandı.
1824.Champollion’un Prêcis du systeme hiêroglyphique des anciens Enyptiens (Eski Mısır Hiyeroglif Sisteminin El kitabı) adlı eseri yayımlandı.
1835’ten sonrası. İngiliz R. C. Rawlinson, İran’ın Bisütun köyünde, o zamana kadar bilinmeyen üç ayrı yazı sistemine göre Eski Farsça, Elamca ve Babilce (Akkadca) olarak çiviyazısıyla yazılmış, I. Dara’nın (M.Ö. 516) kahramanlıklarını yücelten bir metni kopya etti.
1845. Rawlinson Eski Farsça metni çözdü.
1853. E. Norris, Elamca metni çözdü.
1857. Aynı metnin Babilcesi dört ayrı bilim adamına verildi ve hepsi de aynı çeviriyi yaptı.
1858. Jules Oppert, çiviyazısının çözülmesine katkıda bulunan Expêdition Scientifique en Mesopotamie (Mezopotamya’ya Bilimsel Yolculuk) adlı eserini yayınladı.
1905. F. Thureau – Dangin, Sümer yazı ve dilbilim sisteminin özgünlüğünü ortaya koydu.
1917. Çek Hrozny, çivi harfleriyle yazılmış Hitit metinlerinin, artık çözülebilen bir Hint- Avrupa dilini yazıya geçirmeye hizmet ettiğini ortaya çıkardı.
1945. Kilikya’da Karatepe’de iki dilde yazılmış bir dikili taş bulundu; metnin Fenike dilindeki örneği sayesinde hiyeroglifle yazılmış Luvitçe ( Hititçe’ye yakın bir dil) metin çözülebildi.
1953. M. Ventrisve J. Chadwick adlı İngiliz araştırmacılar, Lineer B adı verilen yazıyla oluşturulan metinlerin Eski Yunanca (Mikene Dili) olduğunu saptadı; Lineer B, yaklaşık 90 işaretten oluşan bir hece yazısıydı.
Kaynak: THÊMA LAROUSSE

24 Mart 2016 Perşembe

Yazının Doğuşu-I

ilk-yazı.jpg (576×556)
İlk yazıyı M.Ö. 3200 yıllarında Sümerler buldular. İlk yazıları şekiller üzerine kurulu yani her varlık ve olay için bir şekil kullandılar. Çivi yazısı işaretleri geçmişteki bir resim yazısına dayanır. Bir kavramı ifade eden işaretlere ideogram adı verilir.
Sümerce’nin Hint-Avrupa ve Sami kökenli dillerle akraba olmadığı bilinmektedir. Dilin bazı özellikleri Ural-Altay grubu dilleriyle benzerlik gösterse de dil bu gruba dahil edilemez. Sümerce bugün yapılan pek çok araştırma Hint-Avrupa Dil Ailesi’nden çok sondan eklemeli yapısı sebebiyle Japonca, Korece, Moğolca ve Türkçe ile yakın akrabalıkları tahmin edilmektedir.
Bu konuda araştırmalar yapan yazar İbrahim Okur, Sümerce’nin Türkçe ile olan yakınlığını çeşitli kaynaklar göstererek göz önüne sermiştir. Her ne kadar Sümer halkı iktidarı daha sonraları başka halklara bıraksa da, her zaman en yaygın konuşulan dillerden olmuştur. Özellikle dini kayıtlarda büyük bir öneme sahip olmuştur. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ ..Çünkü Sümer diliyle Türkçe arasında o kadar benzerlik var ki… Mesela Sümerce alım-Türkçe alımlı, bab-baba, dim-dimdik, es-esmek, gim-kim, güles-güleç, ib-ip, ir-er, kıya-kıyı, ulu-ulu, kusu-koşmak gibi…sözleriyle Sümerce-Türkçe arasında bir akrabalık olduğunu savunmaktadır.
Tarihte ilk yazılı hukuk kuralları da Sümerler tarafından oluşturulmuştur. Bu özellikleri ile Sümerlere dünyadaki ilk Hukuk devletidir denebilir. Otoritenin korunmak istenmesi hukuk kurallarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Lagaş Kralı Urukagine tarafından oluşturulan ilk yazılı kanunlar “fidye ve bedel” sistemine dayanıyordu. Sümerlerin en önemli edebiyat eserleri; Gılgamış Destanı, Yaradılış Destanı ve Tufan Hikayesi’dir. Sümerler Matematik ve Geometrinin temellerini atmışlardır. (Dört işlemi bulmuşlar, dairenin alanını hesaplamışlar, çarpma ve bölme cetvelleri hazırlamışlardır. Sümerler astronomide de gelişmişlerdir. (Burçları bulmuşlar, bir ayı 30, bir yılı 360 gün olarak hesaplamışlardır.Ayrıca güneş saatini icat etmişlerdir. Dünyada ilk kez ay yılı hesabına dayanan takvimi Sümerler bulmuşlardır. Akadlar tarafından egemenliklerine son verilmiştir.
yaziyi-kim-buldu.jpg (389×307)

Tarihte İlk Kimler Yazıyı Kullandı? 

Bilinen en eski yazı sistemi Sümerler tarafından M.Ö. 3200 yıllarına dayandığı Arkeolojik kazılarda bulunan Sümer tabletlerinden anlaşılmaktadır.
Sümer rahipleri yazıyı, tapınak ve depolarda bulunan malları kaydetmek amacı ile kullanmışlardı. Bu kayıtları tutarken bu işlemleri gerçekleştirenlerin isimlerini belirtme sorunu doğmuştu. Bunun üzerine kişi isimlerinin heceleri nesne adlarına benzetilerek ilgili nesnenin resimleri çizildi. Kısa zamanda o nesnelerin işaretleri nesneyi değil, o nesnenin adındaki sesleri belirtmeye başladı. Bu şekilde, hecelerin seslerini simgeleyen işaretler kullanılarak kayıtlar tutuldu. Böylece zamanla günlük konuşmaların seslerini belirten işaretler ortaya çıkmış oldu.
Yazı birdenbire ortaya çıkmadı. İnsanlar önce mağara duvarlarına, kaya ve taşlara yaşadıkları olayları anlatan resimler yaptılar. Ancak bu resimler bir olayı anlatsalar da yazı niteliği taşımamaktaydı. Zamanla bu resimlerin gelişmesiyle ideografik yazı şekli ortaya çıktı. Olaylar yine resimlerle belirtiliyor ancak resimler, kendisini değil de anlamını tanımlıyordu. Örneğin bir kuş resmi kuştan ziyade “uçmak” eylemini anlatmak için kullanılıyordu.
Mısırlılar, bu resimlerle yazının her iki şeklini de genişletip basitleştirdiler. Buna hiyeroglif yazısı denmektedir. Mısır hiyeroglifinde üç binden fazla işaret olduğu tespit edilmiştir. Bu yazı resimlerden kurtulamadığı için alfabeye geçememiştir.
Hititler ve Persler, yazılarını kilden tuğlalar üzerine ucu sivri bir çubukla yazarlardı. Onun için yazıları çok ince, çivi biçiminde çizgilere benzerdi. Bu nedenle kullandıkları yazıya “çivi yazısı” adı verilmiştir.
En eski Çin hiyeroglifleri MÖ 1766 yılına aittir. MS 200′lerde ise son şeklini bulmuştur. Bundan sonra bazı mahallî değişikliklere uğramıştır. Ancak, büyük bir değişiklik göstermemiştir. Çinliler bugün de hiyeroglif yazıyı kullanmaktadırlar.
Fenikeliler, Suriye’nin sahillerine yerleşmişlerdi. Ülkeleri tarım bakımından yetersiz olduğundan denizcilik ve ticaretle uğraşmışlardı. Bu nedenle ticaret yaptıkları ülkelerin uygarlıklarını incelemişler ve yaymışlardı. Bunun sonucunda 26 harften meydana gelen bir alfabe doğdu. Bu alfabe, Yunanistan’dan İtalya’ya geçti. Oradan da bütün Avrupa’ya yayıldı.
Çoğu tarihçiye göre tarih çağları, yazının bulunması ile başlar. Çünkü insanların yaşadıkları olaylar yazının bulunması ile kayda alınmış ve bununla birlikte günümüze kadar korunmuştur.

Yazının İcadı 

Harfler bir ülkeden öteki ülkeye bir ulustan öteki ulusa geçerken bir başka gezi daha yapıyor. Taşların üzerinde papirüse papirüsten mumlu levhalara mumlu levhalardan parşömene ve parşömenden de kağıda geçiyorlardı. Kumlu toprağa ekilen bir Ağaç killi ve bataklık bir alana ekilen ağaçtan nasıl değişik şekilde büyürse; harfler de taştan kağıda geçen süreçte öylece görünüşlerini ve biçimlerini değiştirdiler. Taş üstünde dik ve dümdüz yükseliyor kağıdın üzerinde yuvarlaklaşıyordu. Balmumu üzerinde de yıldız biçiminde kıvrıldılar. Balçık üstünde çivileştiler yıldız iğne biçimi aldılar. Hele kağıt ve parşömen üzerinde sürekli kıllık ve biçim değiştirdiler.
Yazı yazmak için çok çeşitli araçlar kullanılmıştır. Hiç elimizden düşürmediğimiz kağıt Kalem dünün icadıdır. Biraz daha öncelere ilk insanların resimlerden yazının henüz doğmakta olduğu çağlara dönersek o zaman yazı yazmanın inanılmayacak kadar zor olduğu görülür. Çünkü o günlerde bu iş için gereken araçlar yoktu. Herkes ne ile neyin üzerinde nasıl yazacağını kendisi düşünüp bulmak zorundaydı.
O dönemin araçları arasında taş koyunun kürek kemiği balçık yaprağı çanak çömlek parçaları yırtıcı hayvan derileri ve ağaç kabukları gibi şeyler hep bu dönemde kullanılıyordu. Bütün bunların üzerine sivriltilmiş bir kemikle ya da çakmak taşıyla kaba bir resim çiziktirmek mümkündü. İslam Peygamberi
Hz. Muhammed kutsal kitap Kuran-ı Kerim’i koyunları kürek kemiği üzerine yazdırmıştı. Eski Yunanlılar halk toplantılarında oylarını şimdi yapıldığı gibi kağıt üzerine değil de çanak çömlek (ostrakon)lar üzerine yazarak verirlerdi.
Papirüs bulunduktan sonra bile birçok yazarlar yoksulluk yüzünden yazılarını çanak çömlek parçaları üzerine yazmak zorunda kalmışlardı. Eski yunan bilginlerinden birinin kitap yazmak için evindeki bütün çanak çömleği kırdığını anlatırlar. görevle Mısır’da bulunan eski Romalı Asker ve memurlar; bir aralar papirüs yetersizliğinden hesap pusulalarını çanak çömlek parçaları üzerine yazmışlardır.
Ama palmiye yaprakları ile ağaç kabukları yazı yazmaya çok daha uygundu. Papirüs bulunmadan çok önce bunların üzerine iğne ile yazı yazılmaktaydı. Hindistan’da bir çok kitap palmiye yaprakları üzerine yazılmıştı. Yaprakların kenarları bir ölçüde kesildikten sonra iplikle dikiliyordu. Bu kitabın kenarları altınla yaldızlanır ya da renk renk boyanırdı. Böylece çok güzel bir kitap meydana gelmiş olurdu. Ormanca zengin olan ülkelerde kayın ve ıhlamur ağacı kabuklarından yapılmış yapraklar üzerine yazı yazılırdı.
Bununla birlikte çok eski çağlardan itibaren bir yazı yazma yöntemi vardır onu bügünde kullanmaktayız. Bu taş üzerine yazı yazmadır. Taştan kitap kitapların en uzun yaşamlısıdır. Bunda 4000 yıl önce eski Mısır mezar tapınaklarının duvarlarına yazılmış olan upuzun hikayeler günümüze kadar gelmiştir.
Çamurdan Kağıda Doğru
İnsanlar çok eskiden beri taştan daha hafif ama onun kadar dayanıklı bir nesne aradılar. Tunç üzerine yazmayı denediler. Bir zamanlar sarayları ve tapınaklarını süslemiş olan üzerleri yazılı tunç levhaları bugün de görmek mümkündür. Bazen bu levhalardan birinin bütün bir duvarı kapladığı da olurdu. Levhanın iki yüzüne yazı yazılmışsa levha bir zincirle asılırdı.
Anlatırlar Fransa’da Blois kentinde tunçtan bir kilise kapısı vardır. Bu kilise kapısı bir kitabı andırır. Kapının üstünde Kont Etienne ile Blois kenti arasında yapılmış bir Antlaşma yazılıdır. Bu antlaşma gereğince halk Kont’un şatosu etrafına bir duvar çekmeyi kabul ediyor; buna karşılık Kont da şaraptan aldığı vergiyi halka bağışlıyordu. Şarabı içenler çoktan dünyadan göçtüler etrafındaki duvar yıkıldı. Buna karşılık tunç kapının kanadı üzerinde kazılmış olan antlaşma hala durmaktadır.
Bir ilginç yazı yazma yönetimi daha vardı
Bir zamanlar Dicle ile Fırat boylarında yaşayan Asurlularla Babilliler çok eskiden kullanmışlardı. Koyuncuk’ta eski başkent Ninova yıkıntıları arasında Austen Henry Layard adlı bir İngiliz Asur hükümdarı Asur Banibal’ın kitaplığını buldu. Bu içinde bir yaprak kağıt bile bulunmayan çok ilginç bir kitaplıktır. Bu kitaplığın bütün kitapları lüleci çamurundandı.
Lüleci çamurundan oldukça büyük ve kalın levhalar hazırlanırdı. Yazıcı yazısını üç köşeli sivri çomağıyla bu levhaların üzerine yazardı. Çomak çamurun içine batırılıp hızla çekilince kalın başlayıp incecik kuyruk halinde biten bir iz meydana gelirdi. Babilliler ve Asurlular böylece çok çabuk yazı yazarak çivi yazısının düzgün ve incecik satırlarıyla levhaları (tabletleri) doldururlardı. Bu iş bittikten sonra daha dayanıklı olması için çömlekçiye verilirdi. Eski Asurlular da çömlekçiler kitap pişirirlerdi. Böylece taş gibi dayanıklı kitaplar oluşurdu.
Asurlular balçık üzerine yalnız yazı yazmazlar basma da yaparlardı. Değerli taşlardan kabartma resimlerle süslü merdane biçiminde mühürler kazırlardı. Bir antlaşma yaptıklarında bu merdaneyi balçık tablet üzerinden geçirirlerdi. Böylece tablet üzerinde çok iyi seçilebilen bir mühür çıkardı. Basmalar üzerindeki desenler bugün bu yolla yapılmaktadır. Rotatif basma makinesi de bu türde çalışmakta ve yazılar merdanenin üzerinde bulunmaktadır.
Papirüs Bulunuyor
Mısırlıların icat ettikleri kitap ise çok garipti. Uzun çok uzun ve yüz metrelik bir şerit düşünün: Bu şerit kağıttan yapılmışa benzerse de bu genelde “acayip” bir kağıttı. Elinize alıp ışığa tutarsanızincecik bir çok çapraz çizgilerden yapılmış karelerden meydana geleceği görülecektir. Bir parçasını koparırsınız gerçekten de tıpkı hasıra benzeyen bir takım-eritlerden örülü olduğu kolayca anlaşılır. Görünüşte bu kağıt; sarı parlak ve perdahlıdır. Balmumu levhalar gibi kolay kırılabilir de…
Üzerindeki satırlar şeridin uzunluğunca değil de dikine onlarca hatta yüzlerce sütunlar halinde yazılmıştır. Eğer satırlar şeridin uzunluğunca yazılmış olmasaydı her satırı okumak için şeridin bir başından öteki başına kadar gidip gelmek gerekirdi. Bu garip kağıt kendisinden daha garip bir bitkiden elde ediliyordu. Nil kıyılarının bataklık yerlerinde çıplak uzun gövdeli ve tepesinde püsküllü olan yine garip görünüşlü bir Bitki yetişmekteydi. Bu Bitkinin adı papirüstü. Dil bilim olarak da kelime bir çok dilimize geçmiştir. Papier (Almanca ve Fransızca) paper (İngilizce) olarak dünya dillerinde örnekleri vardır.
Yazı Yazmada İlk Araçlar
Mumu bilmeyenimiz yoktur. Balmumundan bir kitabı görenlerimiz ise çok azdır. Yağ gibi eritilebilen bir kitap tuğla kitaplardan da şerit kitaplardan da çok daha yadırgatıcıdır. Romalıların icat ettiği balmumundan kitapların neredeyse geçen yüzyılın başarında Fransız devrimine kadar kullanıldığını bilenler pek azdır. Balmumundan kitap bizim cep defterimiz büyüklüğünde birkaç levhadan yapılmıştır. Her levhanın ortasında buraya sarı ya da siyaha boyanmış balmumu doldurulurdu. Bu levhaların iki köşesinde delikler vardır. Bu deliklerden geçirilen kurdelalarla levhalar birbirine bağlanarak bir kitap halini alırdı. Birinci ve sonuncu levhanın dış yüzeylerinde balmumu bulunmazdı. Böylece kitap kapandığında balmumu iç yüzündeki yazıların silinmesinden korkulmazdı.
Bu levhaların üzerine neyle yazılıyordu. Kuşkusuz Mürekkeple değil. Bu iş için bir ucu sivriltilmiş öteki ucu yuvarlaklaştırılmış çelik kalemler kullanılıyordu. Kalemin sivri ucu ile yazar yuvarlak ucu ile de düzeltir ya da silerlerdi. İşte bizim silmek için kullandığımız lastiklerin ilklerinden biri de buydu. Balmumu yazı tahtaları çok ucuzdu. Dolayısıyla karalamalar notlar günlük hesaplamalar bunların üzerine yazılıyordu. Roma’ya uzak Mısır’a getirilen papirüs pahalıydı. Bu yüzden de yalnız kitap yapmakta kullanılıyordu.
Ancak şimdi kurşun kalemin ve ucuz kağıdın ortaya çıkışından sonra balmumu levhalardan vazgeçilebildi. Oysa bir kaç yüzyıl öncesine kadar hiçbir öğrenci kemerinde bir balmumu levha olmadan edemezdi. Daha papirüsün en parlak döneminde ona zorlu bir rakip türemişti. Parşomen!!!
Çok eski zamanlardan beri çobanlıkla geçinilen uluslar yazılarını evcil ve yaban hayvanı derileri üzerinde yazarlardı. Ama derinin yazı yazmaya uygun bir Madde;yani parşomen haline gelebilmesi için iyice terbiye edilmiş olması gerekti. Bakın bu nasıl olmuştu:
Anadolu Yine Önde
Eski Mısır’ın İskenderiye kentindeki kitaplıkta bir milyona yakın papirüs tomarı bulunuyordu. Bu kitaplığın zenginleşip büyümesinde Ptolome Sülalesi’nden gelen Firavunlar çok çalışmışlardı. Böylece İskenderiye kitaplığı uzun yıllar boyunca dünyanın en önde gelen kitaplığı oldu. Fakat bir süre sonra bir başka
kitaplık Anadolu’daki Bergama kenti kitaplığı onunla yarışmaya başladı.
O sırada hükümdarlık eden Mısır Firavunu Bergama kitaplığını acımasızca cezalandırmaya karar verdi ve ülkesinden papirüs gönderilmesini yasakladı. Bergama hükümdarı da buna karşılık şöyle bir önlem düşündü: Yurdunun en usta adamlarını yanına çağırıp koyun yada keçi derisinden papirüs yerini tutacak ve yazı yazmaya yarayacak bir madde hazırlamalarını buyurdu. İşte o Günden sonra Bergama dünyaya parşomen satan bir yer haline geldi. Yunanca “pergament adını alan Parşomen doğduğu kentin (Pergamon) adını alarak böyle icat olmuştu. Kısa bir süre sonra Parşomeni katlanabileceği ve defter haline getirilebileceği anlaşıldı. Ayrı ayrı yapraklardan dikilmiş kitap da böyle ortaya çıktı.
Zamanla Mısır’da Papirüs daha az üretilmeye başlandı. Hele Araplar Mısır’ı aldıktan sonra Mısır’dan Avrupa ülkelerine olan papirüs gönderilişi büsbütün durdu. İşte ancak o gün parşomen kesin bir zafere ulaştı. Bu pek de olumlu bir zafer değildi. Roma imparatorluğu bu olaydan bir kaç yüzyıl önce kuzeyden ve doğudan gelen yarı ilkel kavimlerce yıkıma uğratılmıştı.
Bitmez tükenmez savaşlar bir zamanlar zengin olan kentleri ıssız bir duruma getirmişti. Her geçen yıl yalnız bilginlerden değil okuma-yazma bilenlerinin sayısını da azaltmıştı. Parşomen kitap kopya etmeye yarayan biricik araç olarak kaldığında onun üstüne yazı yazacak kişi de hemen hemen kalmamış gibiydi. Romalı kitapçıların büyük kopya işlikleri çoktan kapanmıştı. Yalnız kral saraylarında ağdalı bir dile mektuplar yazan yazıcılar kalmıştı. Bundan başka kuytu ormanlar da ya da ıssız vadilerde kaybolmuş manastırlarda sevap işlemek için kitap kopya eden keşişlere de rastlamak mümkündü.
Kitap
O çağlarda kullanılan Mürekkep de Romalıların ya da Mısırlıların kullandıkları Mürekkepten ayrıydı. Parşomen üzerine yazmak için deriye iyice sinen ve silinmesi kolay olmayan özel dayanıklı bir mürekkep icat olunmuştu. Bu mürekkep bugün de bir çok mürekkeplerin yapıldığı gibi mazı soyundan (mürekkep kozası) demirsülfattan ve reçineden (ya da Arap zamkından) yapılırdı.
İşte artık kağıdın icat edilmiş olduğu Günlerden kalma eski bir elyazmasında bulunan ve o zaman ki mürekkeplerin nasıl yapıldığını anlatan bir reçete: “Mazıları bir Ren şarabı içine atarak güneşe ya da Sıcak bir yere bırakınız. Elde edilecek sarı suyu bir bezden süzdükten sonra ve mazıları da ezdikten sonra bu suyu başka bir şişeye doldurunuz. Bunu unla karıştırmış demir sülfat katınız. sık sık bir kaşıkla karıştırınız. Güzel bir mürekkep elde etmiş olursunuz. Mazıların yeter derecede Ren şarabının da mazıların içinde kaybolacak miktarda olması gerekir. İstediğimiz ölçüyü tutturabilmeniz için demir sülfatı azar azar koyunuz. Mürekkebi kaleminizle kağıdın üzerinde bir deneyiniz. İstediğiniz kadar siyah olmadığını görürseniz koyultmak için bir Reçine tozu katınız sonra da dilediğinizi yazınız!”
Bu eski Mürekkebin şaşırtan bir özelliği vardı. O mürekkeple yazıldığından önceleri yazının rengi çok soluk olurdu. Aradan bir süre geçtikten sonra yazı kararırdı. Bizim şimdiki mürekkeplerimiz ise içlerine boya katabildiğimiz için daha iyidir. Bu nedenle de bunları yalnız okuyan değil yazan da iyi görebilir. Bir dönemler nasıl papirüs parşomene yenildiyse eninde sonunda parşomen de yerini hepimizin bildiği kağıt’a bırakmak zorunda kaldı.
Çinliler Kağıdı Yapıyor
Kağıdı ilk yapanlar Çinlilerdir. 2000 yıl kadar önce daha Avrupa’da Yunanlılar ve Romalılar ünlü Mısır papirüsleri üzerine yazı yazarken Çinliler kağıt yapmayı çoktan biliyorlardı. Kağıt yapmak için bambu lifleri bazı otlar ve eski paçavralar kullanılıyordu. Bunları bir dibek içinde Suyla karıştırıp Hamur haline getiriyorlardı. Bu Hamurdan da kağıt yapılıyordu. Burada kalıp olarak incecik bambu kamışıyla ipekten kafes şeklinde örülmüş çevreler kullanılıyordu.
Kalıbın üzerine kağıt kurumadan biraz dökülüp liflerin birbirine yapışması ve keçe haline gelmesi için kalıp her tarafa eğilirdi. Su kafesin deliklerinden akar kafesin üstünde de ıslak kağıt tabakası kalırdı. Bu tabakayı dikkatle kaldırır bir tahtanın üzerine serer ve güneşte kuruturlardı.Sonunda bu kurutulmuş kağıt yapraklarından bir tomarını tahtadan yapılmış bir baskı aracının altına koyarlardı.
Kağıt Asya’dan Avrupa’ya gelinceye kadar birçok yıllar geçti. Bu iş bazı aşamalardan geçti 704 yılında Araplar Orta Asya’da Semerkant kentini aldılar. Orada ellerine geçirdikleri bir çok ganimet arasında kağıt yapmanın sırrını da alıp ülkelerine götürdüler. Bu yolla Arapların eline geçen kağıt nedeniyle Sicilya İspanya ve Suriye gibi ülkelerde kağıt fabrikaları kuruldu. Suriye’nin Avrupalıların Bambiç diye adlandırıldıkları Manbiç kentinde de bir fabrika kurulmuştu.
Arap tacirleri karanfil biber ve güzel kokular gibi doğu mallarıyla birlikte Avrupa’ya Manbiç kağıdı da götürüyorlardı. Kağıtların en iyisi bütün tabakalar halinde satılan Bağdat Kağıdı sayılıyordu. Mısır’da çeşitli kağıt türleri yapılmaktaydı. Bunların arasında çok büyük tabakalar halinde yapılan “İskenderiye kağıdı”ndan tutun da güvercin postalarında kullanılan küçücük tabakalara kadar her türlü kağıt vardı.
Bu tür kağıt eski paçavralardan yapılmaktaydı. Siyah benekli bir rengi vardı. Işığa tutulduğunda yer yer paçavra parçaları bile görülüyordu. Avrupa’nın kendi kağıt fabrikaları ya da o günlerin deyimiyle “kağıt değirmenleri” görülünceye kadar aradan yüzyıllar geçti. Artık XIII. yüzyılda bu tür kağıt değirmenlerini görmek mümkündü.
Baskının Önderi
Bu sıralarda Almanya’nın Mayence kentinde Johanm Gensfleich Gutenberg adlı bir adam kendi bastığı kitabı yani baskı makinesiyle basılan ilk kitabı gözden geçirmekteydi. Harflerin biçimiyle kitabın düzenli elyazması kitapları çok andırıyordu. Fakat aralarındaki fark yine de uzaktan bile görülüyordu. Siyah ve okunaklı harfler törene çıkmış askerler gibi düzgün ve dimdik duruyorlardı. Yazıcının (hattat) yazı kalemiyle savaşa tutuşan baskı makinesi çok kısa zamanda onu alt etti. Çünkü elle ancak uzun yıllar süresince yapılan kocaman eserler baskı makinesinde bir kaç günde bastırabiliyordu.
Git gide el yazması bir kitapla baskı makinesinde basılan bir kitap arasındaki benzerlik gittikçe azaldı. Yavaş yavaş harfler yazmak çok zordu. Oysa baskı makinesi bunu kolayca yapabiliyordu. Böylece kocaman kalın kitapların yerini baskı makinesinde basılmış harfleri okunaklı küçük kitaplar aldı.
Elyazması kitaplardaki her resmi ressamlar yapmak zorundaydı. Baskı makinesinden basılan kitaplarda ise elle yapılan resimlerin yerini gravürler aldı. Yazı yazan makine yani baskı makinesi aynı zamandan resim yapan makineye dönüştü. Böylece birkaç saat içinde yüzlerce gravür” yapmak” mümkün oluyordu. Bütün bunlar kitapları ucuzlattı. Günümüzün kitaplarında gördüğümüz başlıklar iç kapaklar dış kapaklar gömme başlıklar bizi hiç şaşırtmaz. Sayfa başındaki sayılar bize çok doğal görünür. Kelimeleri virgülleri gördüğümüzde de “Bu da ne oluyor” diye şaşırmazsınız herhalde.
Oysa kitaplarda iç kapağın başlığın gömme başlıkların ve virgüllerin olmadığı dönemler vardı. Bütün bunların ne zaman ve niçin ortaya çıktığını kesin olarak söylemek bile mümkündür. Sözgelişi dış kapak 1500 yılında şu nedenle ortaya çıkmıştır. Eskiden kitaplar basılmaz yazılırdı. Bunlar büyük bir çoğunlukla satış için değil ısmarlama olarak yazılırdı. Bu yüzden kitap yazanın kitabı reklam etmesine hiç gerek yoktu.
Basımevleri için durum daha da farklıydı. Bir basımevi yüzlerce binlerce sayıda kitap basılıyordu. Hem bu bastığı kitaplar ısmarlama olarak değil doğrudan doğruya satış içindi. Bu kitaplara alıcı bulmak gerekliydi. Bunun için kitabın adını birinci sayfaya büyük harflerle basmak gerekiyordu. İşte böylece kitap kapağı ortaya çıkmış oldu. O dönemde kitabın ilk sayfası kitapçı dükkanının kapısına asılırdı. Bu kitabın çıkışını bildiren bir ilan demekti.

Yazının icadı

M.Ö. 45.bin yılında yaşayan insanlar, düşüncelerini kayaların ve mağara duvarlarının üzerine resimlerle yansıtmayı öğrendiler. Son Buzul Çağı’nda yaşayan atların, bizonların ve boğaların resimlerini içeren mağaralar, İspanya’nın Altamira, ve Fransa’nın Lascaux  yörelerinde ortaya çıkarıldı.Bu resimlerin yazıya dönüşebilmeleri için aradan yüzyıllarca yıl geçmesi gerekti. M.Ö. 20 bin ve 6500 yılları arasında insanlar,  yumuşak taşlan ve kemikleri kullanmaya başladılar. Fransa’nın İspanya sınırına yakın bölgesindeki Ariege yöresinde bir mağarada, çizildikten sonra kırmızı ve siyaha boyanmış geometrik şekiller bulundu. Afrika’nın çeşitli kesimlerinde bulunan üzerleri çizilmiş kemikler,  kuşkusuz bir dönemin belgeleriydi. Sümerce, yazıya dökülebilen ilk dil oldu. Ama belirli bir alfabesi de yoktu. Basit  resimler halinde yazılan Sümerce metinlere Irak’ ta, Basra Körfezi’nin yakınlarında rastlandı. Bu metinler, M.Ö. 3500 yılından  kalmaydı. Sümerler, çivi şeklinde ve üçgen iz bırakan bir aygıtla, balçık ve kil tabakalarından yaptıkları plakalar üzerine yazılarını  yazdılar. Sonra bu küçük tabletler, güneşin altında pişirilerek kurutuldu. Binlercesi, en küçük bir hasar görmeden günümüze kadar  ulaşabildi.  Bunlardan bazılarında, Sümer din adamlarının ekonomik işlevlerini gösteren altın, kumaş ve inek listeleri vardı.  Sümerlerin ekonomik etkinlikleri, çevrelerindeki Persleri. Babillileri ve Asurluları da çivi yazısını öğrenmeye itti.
Mısır’da belirli  sembollerin belirli sözcükleri ve sesleri simgelediği hiyeroglif yazıları, M.Ö. 3000 yılından itibaren kullanılmaya başlandı. Düşünceler ya da öyküler, resimlerle yazılan bir tür steno tekniğiyle anlatılıyordu. Örneğin gövdesi olmayan bir çift bacak, “gitmek”  sözcüğünü simgeliyordu. Başsız iki göz, “görmek”, kapalı bir çift göz de “ağlamak” anlamındaydı. Mısırlılar, papirüsü bulduktan sonra,  hiyeroglif alfabesindeki şekilleri de kalemle ya da fırçayla yazılabilecek şekilde değiştirdiler. M.Ö. 700 yılında hiyeroglif yazısı  üçüncü evrimini gerçekleştirdi ve ortaya çıkan son biçim; modern Arap alfabesinin de temelini oluşturdu.

Devlet-i Aliyye’nin İlk Gayrimüslim Nazırı: Krikor Ağaton Efendi (1823-1868)

Yrd. Doç. Dr. Mahmut Akpınar

1823 yılında Ermeni nüfusun yoğun olduğu Hasköy’de doğan Ağaton Krikor ziraatçı bir aileden gelmektedir. Temel eğitimini, Hasköy’deki Nersesyan Mektebi’nde tamamlamıştır. Kendisine destek olan Amira Mıgırdiç Cezayirliyan vasıtasıyla yüksek tahsil için Paris’e gönderilmiştir (Dadyan, 2011, s. 157-265). Paris Sefareti tercümanlığı ve müşavirliği görevini yürüten Agop Gırcikyan’ın himayesinde Grignon Ziraat Okulu’na girmiştir. Ziraatçı bir aileden gelen Ağaton Efendi burada aldığı üç yıllık eğitimin ardından iyi derece ile 1843’te mezun olmuştur. Hatta mezun olduğu dönemde Paris sefirliği görevinde bulunan Mustafa Reşid Paşa, Fransız Kralı Louis Philip ile görüşmesinde Ağaton Efendi’yi ziraat alanında gelecek vaat eden önemli bir şahsiyet olarak tanıtmış ve iltifatlarda bulunmuştur. Pratik bilgisini artırmak maksadıyla Ağaton Efendi önce, eğitim aldığı Fransa’daki önemli çiftlikleri gezmiş, akabinde Belçika ve İngiltere’ye giderek, muhtelif çiftlikleri ve ipekböcekçiliği merkezlerini ziyaret etmiştir. 1847 yılında yurda dönmüştür. Ağaton Efendi öğrenimi sırasında matematik ve ziraata olan ilgisi dışında, Türkçe, İtalyanca ve Fransızca öğrenerek kendini önemli ölçüde geliştirmiştir (Seropyan, I, 2008, s. 85-86).
Krikor Ağatan 1847’nin başlarında Ayamama çiftliğinde “Ziraat Talimhânesi” ismiyle açılan mektepte, Amerikalı uzman Davis’in yanında tercüman olarak göreve başladı. Bir süre sonra, Mustafa Reşid Paşa’nın önerisiyle hocalığa getirildi. Ağaton, Talimhane’deki görevi sırasında ziraatla ilgili Fransızca bir ders kitabı hazırlayarak bu alandaki boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Ağaton daha evvel, 1846’da Kevork İstimaracıyan ile birlikte ipekböcekçiliği hakkında bir eser yayımladığı bilinmektedir. Yayımlarıyla imparatorluğun zirai hayatına katkıda bulunan Ağaton Efendi Talimhane’nin de çağdaş bir görünüm kazanabilmesi için gayret sarf etmiştir. Ancak, okulun fiziki imkansızlıklarıyla ilgili tartışmaların yanı sıra, burasının bazı Ermeniler’e yüksek maaş vermekten başka bir işe yaramayan bir kurum olduğu iddiaları üzerine Ağaton bu görevinden ayrılmıştır (Ergin, 1940, s. 568).
Bu tecrübenin ardından, Ağaton Efendi bir yandan kendini ilmi çalışmalara vererek,Journal de Constantinople gazetesinin yanı sıra ziraat eğitiminde model bir ülke olan Fransa’nın çeşitli dergi ve gazetelerinde ziraat ve ticaretle ilgili makaleler yayımladı. Ayrıca Türkiye’de Ziraî İktisat adlı bir kitap yazmış, ancak bunu yayımlayamadığı gibi müsveddeleri de kaybolmuştur (Pamukciyan, 2003, s. 9).

Ağaton’un çeşitli faaliyetlere öncülük etmesi cemaat içindeki konumunu ve saygınlığını artırdığı gibi, Osmanlı yönetimi ile olan bağını da güçlendirmiş ve bir müddet sonra bürokrasiye dönüşünü sağlamıştır. Beş yıllık aradan sonra ilk resmi görevi Ticaret Meclisi Azalığı oldu. (1856) Bu göreve ek olarak bir yıl sonra Meclis-i Nafıa’nın bir şubesi olarak teşkil edilen Meclis-i Ma’âbir’e üye seçilmiştir. Ziraatçılık alanındaki bilgisinden ötürü, Babıâli tarafından Sardunya Krallığı’nın başkenti Torino’da düzenlenen fuara gönderildi. Mayıs 1858’de gerçekleşen bu endüstri fuarına imparatorluğun muhtelif yerlerinde yetiştirilen ve üretilen ipek ve kozalarla iştirak etmişti (Akpınar, 2013, s. 337). Fuardaki gayret ve hizmetlerinden ötürü Ağaton, Sardunya hükümetince takdir edilerek Sen Morlis Lazar Nişanı ile taltif edilmişti. 1859’da ise, ipekböcekçiliği ile ilgili çalışmalarından dolayı, Torino Ziraat Akademisi’ne muhabir üye seçilmiştir. Ağaton Efendi, 1860’da Mehmed Rüşdü Paşa başkanlığında teşkil edilen Meclis-i Âli Hazâin (hazine meclisi) üyeliğine atanmıştır (Ahmed Lütfi Efendi, 1989, s. 167). Kısa bir süre önce teşkil edilen Islahat-ı Maliye Komisyonu’nun yerine kurulmuş olan bu meclis, devlet hazinesine ait tüm işleri ıslah ve teftiş görevini üstlenmişti.
Ağaton Efendi, Hazine Meclisi’ndeki görevi esnasında tertiplenen iki fuarın çalışma komisyonlarında görev almıştır. İlk olarak Londra’da düzenlenecek olan fuar için teşkil edilen satın alma komisyonuna görevlendirilmiştir. Fuara beklenenin üzerinde bir ilgi olmuş ve muhtelif sektörlerden aralarında maden ve taş ürünleri, müzik aletleri, giyim eşyaları ve mobilya ürünlerinin bulunduğu Osmanlı ürünleri yirmi beş ayrı pavyonda teşhir edilmişti. Osmanlı ürünleri sergi sonunda 83 madalya ve 44 mansiyon kazanarak başarılı bir temsil gerçekleştirilmişti (Satıcı, 1991, s. 37). Sergicilik konusundaki deneyim ve gösterdiği başarıyla Ağaton Efendi İstanbul’da açılan ilk yerli serginin de tertip komitesinde yer almıştır. 1863 baharında Sultanahmet Meydanı’nda Sultan Abdülaziz tarafından açılan Sergi-i Umûmî-i Osmânî, sergilenen ürünlerin kalitesi ve ucuzluğu ile halktan büyük rağbet görmüştür.
Ağaton Efendi, Fuad Paşa tarafından Temmuz 1862’de Tediye- i Kavaim İdaresi (borç ödeme idaresi) adıyla kurulan komisyonun üyeliğine atanmıştır. Edhem Paşa başkanlığında kurulan komisyon para piyasasında yaşanan kaime krizini çözmek için teşkil edilmişti. Bir buçuk aydan fazla bir müddet çalışan komisyon, başarılarından dolayı Babıali tarafından ödüllendirilmişti (Ahmed Lütfi Efendi, 1989, s. 74). İngiliz kraliyeti de borç meselesindeki hizmetinden dolayı Ağaton’a altın bir saat hediye etti (Akpınar, 2013, s. 341).
Ağaton Efendi, Fuad Paşa’nın mali reformlarının bir sonucu olarak büyük beklentilerle kurulmuş olan Divân-ı Muhâsebat üyeliğine atanmıştır (1863). Bu ofis, hazineden mali kaynak alan ve hazineye gelir üreten kurumların denetlenmesi ile bütçenin oluşturulmasında yetki sahibi olması için teşkil edilmişti. Bütçe ile ilgili muhtelif dairelerden öneriler alacak, bunları değerlendirip onay için ilgili kişi ve mercilere sunacaktı.
Ağaton Efendi, Maliye’deki görevlerinin ardından 1864’te Telgraf Müdürlüğü görevine atandı. Bu atamada Fransızcayı iyi bilmesi etkili olmuştur. Billurzade Mehmed Efendi’den sonra bu görevi en uzun süre yürüten ikinci kişi olan Ağaton Efendi önemli işler yapmıştır. Nisan 1865’te Fransa’nın ev sahipliğinde telgraf kongresi çalışmalarına katılmış ve buradaki çalışmaları sonucunda Osmanlı Devleti’nin Uluslararası Telgraf Birliği’ne üye olmasını sağlamıştır (Tanrıkut, 1984, s. 711). Paris dönüşünde Kadri Bey’in nazırlığı sırasında şehir postaları ihdas edilerek işletmecilik hakkı altı yıllığına Yanyalı Lianos Efendi’ye verilmiştir (Yazıcı, 1991, s. 342). Ağaton Efendi tarife farklılılarına 1866 Ekim’inde son vermiştir. Büyük bir iştiyakla çalışan Ağaton Efendi kısa süre sonra Posta Nazırlığına atanmıştır. Vekâleten de olsa bu göreve atanan ilk gayrimüslim bürokrat olmuştur.
1866’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki telgraf hizmetlerinin düzenlenerek artırılmasında gösterdiği gayretlerden ötürü Ağaton Efendi’ye Avusturya-Macaristan İmparatoru tarafından ikinci rütbeden Krone De fer Nişanı verilmiştir. Hakeza Rusya Çarlığı ile de aynı yıl içinde telgraf hizmetlerinin yürütülmesine dair bir muahede imzalanmış ve bunu müteakiben Ağaton Efendi’ye ikinci rütbeden St. Stanislav Nişanı verilmiştir. Âli Paşa’nın sadrazamlığı sırasında posta hizmetleri yeniden düzenlenerek yabancı posta şirketleri ile mücadeleye girişilmiştir.
Ağaton Efendi 1867’de Uluslararası Posta-Telgraf Kongresi için ikinci kez Paris’e gitmiştir. Kongrede ülkelerarası telgraf hizmetlerine dair birtakım uygulamalar gündeme alınmış ve yeni kararlarla bazı değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Bu kongredeki çalışmalarından ötürü III. Napolyon tarafından kendisine Legion d’Honneur Nişanıverilmiştir. Paris’te epey bir müddet kalan ve telgraf hizmetlerinin iyileştirilmesi için mesai harcayan Ağaton Efendi, Sultan Abdülaziz tarafından 5000 kuruşla ödüllendirildi. Paris’teyken Mart 1868’de Nafia nazırlığı görevine atanmış ve kariyerinin zirvesine ulaşmıştır. Ağaton Efendi, Bu atama ile gayrimüslimler arasından nazırlık vazifesine tayin edilen ilk bürokrat olmuştur. Toplumsal entegrasyon bakımından gayrimüslim istihdamını gerekli gören Sadrazam Âli Paşa, Ağaton Efendi’yi nazırlık görevine getirerek hem gayrimüslim tebaasına hem de Batı ülkelerine mesaj vermiştir. Bir yönüyle Ağaton Efendi bu sürecin sembolü olmuştur. Fakat sağlığı izin vermediği için Ağaton Efendi nazırlık görevini fiili olarak ifa etme imkânı bulamamıştır. Sağlık durumu giderek kötüleşen Ağaton Efendi tedavi için Paris’te kalmaya devam etmiş, fakat iki ay sonra 1868 Mayıs’ında ölmüştür. (Tuğlacı, 2004, s. 294). Naaşı İstanbul’ getirildikten sonra yapılan cenaze töreninin ardından Hasköy Ermeni Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Ağaton Efendi, Ermeni cemaatinin eğitimi ve kültür düzeylerinin gelişmesi için de çaba sarf etmiştir. İlk sayısı 6 Şubat 1850’de Ermenice olarak neşredilenHayasdan(Ermenistan) gazetesinde çeşitli yazılar kaleme almıştır. Bilimsel, kültürel ve eğitim çalışmalarında bulunmak üzere 1847’de Paris’te kurulan Araradyan İngerutyan (Ararat Derneği) adlı derneğin kurucularındandı (Yarman, 2010, s. 291-296). Sanatsal faaliyetlerle de ilgilenen Ağaton Efendi, Dikran Çuhacıyan ve Kapriyel Yeranyan adlı müzisyenlerle birlikte 1862’de KnarHaygagan (Ermeni Liri) adlı musiki dergisini çıkarmıştır. Aynı zamanda Çuhacıyan öncülüğünde sanat ve musiki severleri bir araya getirip sanat ve eğitim çalışmalarında bulunabilmek için Knar isimli bir musiki cemiyeti kurmuşlardır. Cemaatine her yönüyle katkı yapmaya çalışan Ağaton Efendi sosyo-ekonomik meselelere de duyarlılık göstermiş, 27 Kasım 1860’da kurulan Ermeni Yardımsever Cemiyeti’nin başkanlığını yapmıştır (Seropyan, 2008, s. 86).
Ağaton Efendi; Ermeni cemaatinin kendi nizamnamelerini oluşturma çalışmalarına da katılmıştır. 1862’de kurulan komisyonlarda yer aldı. 1863’te kabul edilen nizamnameye katkı verdi.
Krikor Ağaton, imparatorlukta yenilik hareketlerinin hız kazandığı ve cemaatlerin dış etkilere daha fazla açık bir hale gelmesiyle geleneksel toplum dokusunun parçalanmaya başladığı dönemde yetişmiş bürokratlardandır. Gayrimüslim toplumları daha yakından ilgilendiren Tanzimat ve Islahat reformlarından Ermeni Cemaati’nin istifade edebilmesi için çaba göstermiştir. Bunu yaparken bürokrat, tüccar ve din adamı gibi cemaate yön veren kişilerle temas kurmuş ve imparatorluğun bütünlüğü ilkesiyle hareket etmiştir. Ermenilerin kültürel, toplumsal ve hukuksal çalışmalara iştirak ederek, cemaatin çehresinin değişiminde ve dışa açılımında katkıları olmuştur. Bu durum bir bakıma Osmanlıcılık düşüncesinin tezahürüdür.
Kaynakça

Akpınar, Mahmut (2013), “Bir Tanzimat Bürokratının Portresi: Krikor Ağaton Efendi (1823-1868),Tarih İncelemeleri Dergisi, XXVIII/2, İzmir, s. 329- 354
Artinian, Vartan (2004), Osmanlı Devleti’nde Ermeni Anayasası’nın Doğuşu 1839-1863, çev. Zülal Kılıç, İstanbul
Bebiroğlu, Murat (2003), Tanzimat’tan II. Meşrutiyete Ermeni Nizamnameleri, İstanbul
Dadyan, Saro (2011), Osmanlı’da Ermeni Aristokrasisi, İstanbul
Ergin, Osman Nuri (1940), Türk Maarif Tarihi, İstanbul
Pamukciyan, Kevork (2003), Biyografileriyle Ermeniler, haz. Osman Köker, İstanbul
Satıcı, Erdoğan (1991), “1851 Londra Milletlerarası Sergisinden Sultanahmet Sergisine”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, IX./ 54, Ankara s. 37-40
Seropyan, Vağarşag (2008), Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul, s. 85-86
Tanrıkut, Asaf (1984), Türkiye Posta ve Telgraf Telefon Tarihi ve Teşkilat ve Mevzuat, Ankara
Tuğlacı, Pars (2004),Tarih Boyunca Batı Ermenileri, c.II, İstanbul
Yaman, Arsen (2001),Palu-Harput 1878 Çarşancak, Çemişgezek, Çapakçur, Erzincan, Hizan ve CivarBölgeler, I, İstanbul
Yazıcı, Nesimi (1991), “Tanzimat’ta Haberleşme ve Kara Taşımacılığı”, 150. Yıldönümünde Tanzimat Ekonomisi Sempozyumu 5-6 Haziran 1989, İstanbul, s.333- 377[:en]
Akpınar, Mahmut (2013), “Bir Tanzimat Bürokratının Portresi: Krikor Ağaton Efendi (1823-1868),Tarih İncelemeleri Dergisi, XXVIII/2, İzmir, s. 329- 354
Artinian, Vartan (2004), Osmanlı Devleti’nde Ermeni Anayasası’nın Doğuşu 1839-1863, çev. Zülal Kılıç, İstanbul
Bebiroğlu, Murat (2003), Tanzimat’tan II. Meşrutiyete Ermeni Nizamnameleri, İstanbul
Dadyan, Saro (2011), Osmanlı’da Ermeni Aristokrasisi, İstanbul
Ergin, Osman Nuri (1940), Türk Maarif Tarihi, İstanbul
Pamukciyan, Kevork (2003), Biyografileriyle Ermeniler, haz. Osman Köker, İstanbul
Satıcı, Erdoğan (1991), “1851 Londra Milletlerarası Sergisinden Sultanahmet Sergisine”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, IX./ 54, Ankara s. 37-40
Seropyan, Vağarşag (2008), Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul, s. 85-86
Tanrıkut, Asaf (1984), Türkiye Posta ve Telgraf Telefon Tarihi ve Teşkilat ve Mevzuat, Ankara
Tuğlacı, Pars (2004),Tarih Boyunca Batı Ermenileri, c.II, İstanbul
Yaman, Arsen (2001),Palu-Harput 1878 Çarşancak, Çemişgezek, Çapakçur, Erzincan, Hizan ve CivarBölgeler, I, İstanbul
Yazıcı, Nesimi (1991), “Tanzimat’ta Haberleşme ve Kara Taşımacılığı”, 150. Yıldönümünde Tanzimat Ekonomisi Sempozyumu 5-6 Haziran 1989, İstanbul, s.333- 377

SUSKUNLUK (SESSİZLİK) SARMALI NEDİR? Suskunluk Sarmalı Alman bilim kadını  Elisabeth Noelle Neumann  tarafından geliştirilen bir kuramd...