30 Nisan 2016 Cumartesi

Yüzlerce İnsan Öldüren Tarihin En Ünlü Keskin Nişancıları
thomas_plunkett
Thomas Plunkett
Britanya ordusuna mensup İrlandalı bir asker olan Thomas Plunkett tarihin ilk keskin nişancısı olarak kabul edilmektedir. Üstelik kullandığı tüfek öyle üstün teknolojili olmayan, kısa mesafe atışlar için Ezekiel Baker tarafından tasarlanmış bir uzun namluludur. Bu tüfeği de adıyla beraber tarihe yazdıran ise 95. Tüfekli Piyade Alayı’nda er olarak görev yapan Thomas Plunkett’in yaklaşık 800 metre mesafedeki Fransız General Auguste François-Marie de Colbert-Chabanais’i vuran atışı olmuştur. Şans eseri vurulduğu düşünülmesin diye aynı generalin emir erini de vurmuş. Başarısını anlamak için şunu söylemeden geçmeyelim: O dönemde Britanya ordusundaki askerler 50 metreden atış yapmak için eğitiliyormuş. Plunkett eğitildiği mesafenin 12 katı uzaklıktaki hedefi üstüste 2 kere vurarak “tarihin bilinen ilk keskin nişancısı” olma ünvanını sonuna kadar hak etmiştir.

General John Sedgwick’in ölüm anını anlatan bir gravür
Sergeant Grace
Amerikan iç savaşının devam ettiği 1864 yılında savaşın en kanlı çatışmaları Spotslvania’da sürmekteydi. İki ordunun karşı karşıya gelmesine az bir zaman kala General John Sedwick siperleri gezerek başında bulunduğu askerleri  “korkmayın, bu mesafeden bir fili bile vuramazlar” diye motive etmeye çalışır. Ancak kaderin bir cilvesi göğsünün hemen altına kurşunu yiyerek hayata veda eder. Vurulup ölmek  kötü de bu şekilde bir ölümle tarihe geçmek fena elbet.
Atışı yapan orduda çavuş rütbesiyle görev yapan Sergant (Çavuş) Grace yaklaşık 915 metre öteden tetiğe basmış.
charles_mawhinney

Charles ‘Chuck’ Mawhinney
Bu kez emperyalist Amerikan ordusunun bataklığa saplanıp perişan olduğu Vietnam savaşındayız. Siz bakmayın o Vietnam konulu Amerikan savaş filmlerine. Sivilleri öldürdüğü ve uykardan napalm bombalarıyla yok ettiği köyleri başarı sayarlarsa eğer bunun dışında pek de bir başarısı yoktur o “kahraman” Amerikan ordusunun. Bir de tabi keskin nişancı Chuck Mawhiney.
Yıl 1967…Chuck Mawhinney Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne çocuk sayılabilecek bir yaşta katılır. Eğitimini aldığı sniper tüfeğini ilk kez Vietnam’da kullanır. Resmi verilere göre 103 gayriresmi 213 başarılı atış. Atış yaptığı en uzun mesafesiyse 1000 metre olarak tarihe geçer.
Savaştan yıllar sonra silah arkadaşlarından birinin anılarını yazdığı “Dear Mom: A Sniper’s Vietnam” adlı kitap ile haberdar olmuş dünya bu keskin nişancıdan. Kitabın kazandırdığı prestijle sayesinde kendisi hayatını askeri okullarda dersler vererek devam ettiriyormuş.
rob_furlong
Rob Furlong
Kanadalı bir paralı asker olan Rob Furlong dünyanın farklı yerlerinde birçok operasyona katılmış. Furlong El Kaide’ye yönelik yapılan Anaconda Operasyonu’nda 2,430 metreden yaptığı başarılı atışla şimdiye kadar kaydedilmiş en uzun mesafeden başarılı atış yapma rekorunu almış.

Josef Allerberger
Yüzlerce İnsan Öldüren Tarihin En Ünlü Keskin Nişancıları
2. Dünya savaşı boyunca, 257 düşman askerini öldürmüş olan Avusturya doğumlu bir Nazi keskin nişancıdır. Yaralanıp düşman eline geçmesine rağmen, kaçıp evine dönmeyi başaran Allerberger, hayatına marangoz olarak devam etmişti

Matthaus Hetzenauer

Yüzlerce İnsan Öldüren Tarihin En Ünlü Keskin Nişancıları
Nazi Almanyası'nın en ölümcül nişancılarından olan Hetzenauer, 345 düşman askeri öldürürken tespit edilen en uzun mesafeli atışı ise 1100 metredir. Savaş bitmeden Sovyetlerin eline geçen Hetzenauer, ancak 1950'de serbest kalabilmiştir.

Bağdat Avcısı: Juba
6-Juba
Amerika’nın sözüm ona demokrasi götürmek amacıyla Irak’ı işgal etmesinin ardından ortaya çıktı ve Iraklı her çocuğun idolü olan bir halk kahramanına dönüştü.
Avladığı askerlerin vuruluş anlarını videoya çekmesi ve Youtube’da yayınlaması +pr yönüyle onu diğer diğer keskin nişancılar arasında ayrı bir noktaya taşıdı. Gerçek hayatı ve adına dair bilgiler rivayetten öteye gidemese de Irak İşgali’nden bu yana resmi olarak 645 Amerikan askeri öldürerek normal bir taburdan çok daha etkili bir rol üstlendiği gayet açık.

Ramadi Şeytanı: Chris Kyle
Chris_Kyle
Amerika’nın Irak işgali sırasında 255 kişiyi öldürerek ABD ordusunun gelmiş gelmiç en ölümcül keskin nişancısı olarak tarihe geçen deniz piyadesi. Ülkesine dönmesinin ardından psikolojik sorunları olduğu iddia edilen eski bir ABD askeri Eddie Ray Routh tarafından öldürülmesi, 6 dalda oscar’a aday gösterilecek bir propaganda filmine dönüşmesini sağladı.

vassili_zaitsev
Vassili Zaitsev
2001 yılı yapımı Enemy at the Gates (Kapıdaki Düşman) filminde de canlandırılan Vasily Zaitsev belki de bu sayede en tanınmış keskin nişancılardan biridir. Nazilerin Stalingrad kapılarına dayanmasının ardından gönüllü olarak orduya katılmıştır. Atış yeteneğini gençliğinde yazları çobanlık yaptığı yıllarda kazanmıştır.
Ocak 1942’de Ekim 1943’e kadar geçen süre içinde çoğu rütbeli 242 Nazi’yi vurarak listede altıncı sırayı alıyor. Gayri resmi ifadeler de katılırsa aşağı yukarı 300 kişiyi vurmuştur.1943 yılında dürbünü içinden geçerek gözüne isabet eden sniper mermisi ile ciddi şekilde yaralandı ve ölümden döndü… Tam 12’den yediği bu mermi onu cephelere veda etmek zorunda bıraktı.

lyudmila_mikhailovna_pavlichenko
Lyudmila Mikhailovna Pavlichenko
Bu listenin tek kadın keskin nişancısıdır Lyudmila. 2.5 aylık direniş sırasında Odessa’yı işgal eden Nazi Alman ordusunda mensup 187  Nazi askerini etkisiz hale getirmiştir. Savaşın sonuna kadar farklı cephelerde 309 düşman askerini vurmuştur ki bunlardan 36’sı keskin nişancıdır.Bir tanıtım ziyareti için Amerika’ya gönderildiğinde kendisini Beyaz Saray’da Franklin Roosevelt karşıladı. Pavlichenko, böylelikle Sovyet tarihindeki bir ilke imza atarak ABD başkanı tarafından kabul edilen ilk Sovyetler Birliği vatandaşı oldu.

corporal_francis_pegahmagabow
Corporal Francis Pegahmagabow
Alanında zor bir işi başarıp 3 kez askeri madalya almaya hak kazanmış Francis, Birinci Dünya Savaşı sırasında 378 kişiyi keskin nişancı tüfeğiyle vurup 300 kişiyi de esir almak gibi kırılması güç bir rekora imza atmıştır. Bir Ojibwa savaşçısı olan Kanadalı aynı zamanda muhteşem de bir kamuflaj uzmanıymış.
Savaş sırasında adından sıkça söz ettirse de savaştan sonra izini kaybettirerek kayıplara karışmış. Akıbeti konusunda başka bir bilgi yoktur.Öldürülmesi en zor adamlardan biri olduğu için bilinçli olarak izini kaybettirdiği düşünülüyor.

adelbert_f_waldron
Adelbert F. Waldron
Amerikan Ordusu’nun tarihindeki en iyi keskin nişancısı olma ünvanını elinde bulunduran kişi Adelbert F. Waldron’dur.
Vietnam’da 109 düşman askerini etkisiz hale getirmiştir. Onu en iyi yapansa Mekong Nehri’nde hareket halindeki düşman botundaki keskin nişancıyı 900 metre uzaktaki bir ağacın üzerinden vurmuş ve bütün birliği yok olmasını engellemiş. Bu sebeple Amerikan tarihinin savaş kahramanları arasında önemli bir yere sahiptir.
Ramadi Şeytanı olarak bilinen ve Irak savaşında 255 kişiyi öldürdüğü iddia edilen Amerikalı keskin nişancı asker Chris Kyle bir röportajından kendisine Waldron’u örnek aldığını belirtmiş.

Ivan Sidorenko
Yüzlerce İnsan Öldüren Tarihin En Ünlü Keskin Nişancıları
Ordudaki asıl görevi asker eğitmek olan Sidorenko, acemi askerlerle çıktığı cephe görevlerinde Nazilere korkulu anlar yaşatmıştır. Savaş boyunca bir kaç kez yaralanan Sidorenko, savaş sonuna kadar 500 düşman askeri öldürürken, 250 tane de keskin nişancı yetiştirmiştir. Ordudan binbaşı rütbesiyle ayrılan Ivan, sonraki hayatını bir kömür madeninde çalışarak geçirmiştir.

Simo Hayha

Simo Hayha
Simo Haya. Bu isim Finlandıya’da bir kahraman Ruslar’da ise azrailin ta kendisi olarak bilinir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusların dev ordusuna karşı direnen ve kan kusturan Finlandiya ordusunun efsane mensubudur o ki “Beyaz Ölüm” olarak da bilinir.
Rusya ve Finlandiya’nın 1939-1940 yılları arasında giriştiği Kış Savaşında “İskandinav Kurdu” lakabıyla nam yaptı. 3 ay boyunca tetik basan parmakları toplam 705 onaylanmış ölüme neden oldu.
Simo Haya -40 derece soğukta 100 gün boyunca farklı kalibrelerdeki tüfeklerle vermiş olduğu savaşta resmi olarak öldürdüğü 705 Rus askeri nedeniyle listenin birinci sırasındadır.Ünü cephede kulaktan kulağa Rus komutanlarına kadar gidince peşine özel birlikler takıldı. -40 derecede nefesinin belli olmaması için ağzında kar ile atış yapan Hayha, topçu ateşi desteği ile 6 Mart 1940’da bir Rus askeri tarafından çenesinden vuruldu.
Çenesi paramparça olmasına rağmen hayatta kalmayı başardı ve kısa bir süre komada kaldıktan sonra barış anlaşması imzalanan 13 Mart tarihinde uyandı…

Abdul The Terrible
Abdul The Terrible
Korkunç Abdül (Abdul the Terrible)
Bu listede birinci sırada olması başarıları göz önünde bulundurulunca adaletli olmasa da Türk tarihinde bi’fiil savaşa katılmış ve nam salmış tek keskin nişancı olma özelliği nedeniyle kendisine birinci sırayı veriyoruz.
Birinci dünya savaşının en kanlı çatışmalarının olduğu Çanakkale’de istilacı düşman ordularına korku salmış bir Türk keskin nişancısı da vardır. Tarih pek basetmese de Korkunç Abdül atıyla bilinen bu kahraman Gelibolu cephesinde Osmanlı ve Alman askerlerini canından bezdiren Billy Sing (William Edward Sing) isimli keskin nişancıyı öldürmesi için cepheye gönderilen Türk keskin nişancıdır.
Anzaklar tarafından kendisine “Abdul the Terrible” lakabı takılmıştır.
Pozisyonuna gün doğmadan yerleşip akşam gün batımına kadar hareketsiz bir şekilde bekler ve hedefi için koşullar oluşmadan ateş etmezdi. Düşman subaylarından birini öldürdüğünde haber hemen Osmanlı cephesine yayılır, askerlerin moral bulması sağlanırdı. Son hedefi Billy Sing, nam-ı diğer “Assassin of Gallipoli” i öldürmek için siperinde bir hafta beklemiş, Billy Singi’i gördüğünde tetiğe basmış ancak Sing’in gözcüsü Sheehan’ın çenesini parçalayan kurşun Sing’in sağ omzuna saplanmıştır. Sheehan Avustralya’ya gönderilmiş, Singse bir hafta sonra cepheye geri dönmüştür. İkinci karşılaşmalarında Abdül’ün yeri bir gözcü tarafından tespit edilmiş, hemen Sing’e bildirilmiştir. Atış pozisyonu aldığı sırada hareketliliği farkeden Abdül de atış pozisyonu almış ancak tetiğe basmaya fırsat bulamadan Sing tarafından öldürülmüştür.
Hikayeyi yazanların İngilizler olduğu düşünülürse, ‘kötü’ karakterin kitabın sonunda ölmesi şaşırtıcı değildir. Billy Sing gerçekten Çanakkale de cephede savaşmış bir keskin nişancı olsa da kayıtlarda Abdül ile ilgili resmi bir belge bulunmamaktadır.
İstiklal Caddesi'nin altı Roma mezarlığı


Beyoğlu’ndaki tarihi Casa Garibaldi binasının restorasyonu sırasında, binanın bodrumunda, üzeri kiremitlerle örtülmüş bir iskelet bulundu. Kazıya devam edildikçe iskeletlerin sayısı arttı. İstanbul Arkeoloji Müzeleri arkeologlarının incelemesi sonucunda iskeletlerin 1600-1800 yaşında olduğu tespit edildi. Uzmanların görüşüne göre bu bir Roma mezarlığı ve 8 metre aşağıdan, günde 400 bin kişinin geçtiği İstiklal Caddesi’nin altına doğru uzanıyor. Mezarlar, Beyoğlu’nun bilinen tarihini de yüzlerce yıl geriye çekti: İstiklal, aslında bir Roma caddesi!

Savaş ÖZBEY

İstiklal Caddesi'nin altı Roma mezarlığı


BİNANIN BODRUMUNA BU KAFATASINI KİM KOYDU?

20 Eylül 2014... Beyoğlu Odakule’nin hemen yanı...
Fakir ailesini doyurmak için yerin 8 metre altında kürek sallıyordu Erzurumlu İlyas. Başka bir işçi olsa, küreğin ucuna dayanan çömleği pekâlâ alelale bir kiremit sanabilirdi. Oysa memleketi Tekman ilçesinde binaların üstüne kiremit değil, eternet döşeniyordu.“Bu da ne” diye durdu. Tuhaf kiremiti küreğin arkasıyla çekip alınca ağzından Kelime-i Şahadet döküldü. Göz oyuklarındaki kum ve toprak dökülünce, ortaya çıkan  büsbütün bir insan kafatasıydı...


YOKSA BURASI BİR MEZAR MI?

Bir saat sonra... Eminönü İstanbul Arkeoloji Müzeleri...
Dr. Sedat Bornovalı, isminin başındaki titre, sanat tarihi sınıflarında çürüttüğü dirseklerinden dolayı hak kazanmıştı. Beyoğlu Casa Garibaldi Binası’nı 40 yıllığına devralan TURSAB adına yapının restorasyon projesinin başında bulunması şanstı. İlyas, bulduğu şeyi ona haber verir vermez, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Zeynep Kızıltan’ı aradı. Kızıltan yıllık izindeydi. Yardımcısıyla konuştu, atlayıp müzeye gitti, bir araştırma ekibi yollanması için dilekçe yazdı. Oradan da çıkıp aynı işlemi yapmak için Anıtlar Kurulu’na gitti.



BULUNAN İSKELET KİME AİT?  

MS 540... Taksim’de bir cenaze töreni...
Bu (muhtemel) Hıristiyan keşişi, fani gözleriyle Doğu Hıristiyanlığı’nın kıblesinin bitmiş halini görmüştü. Artık ölse de gam yemezdi, zaten ebedi istirahatgâhı Pera’dan sonsuza dek Ayasofya’ya bakacaktı. Bin yıl sonra şehri fethedecek Müslüman Türkler henüz şamandı ve daha Göktürk Abideleri’ni yazmamışlardı. Bugün İstiklal Caddesi’nin 8 metrede altında kalmış olan mezarına defnedildi. Mezarın üstü pişmiş kiremitlerle kapatıldı. 1500 yıl sonra o kiremitlerden biri Erzurumlu İlyas tarafından tekrar açıldığında Ayranos’tan çağırılan bir Ortodoks papazı tarafından tekrar takdis edilecekti.


Bulunan iskeletlerin en eskisinin M.S 4. yüzyıldan kaldığı anlaşıldı.

BAŞKA MEZARLAR DA VAR MI?

1884... Osmanlı Beyoğlu’sunda üç ahşap ev...
Aleksandre Vallaury, bugün Salt Galata olan Merkez Bankası binası gibi birçok yapıya imza atmış ve esaslıca bir mülkün sahibi olmuştu. Bugün Nuruziya Sokak’ın tam karşısına denk gelen üç ahşap evin bulunduğu arsa da yine ona aitti. Israra dayanamadı, arsayı İtalyan İşçi Vakfı’na sattı. Böylece Yüksekkaldırım’da, Asmalımescit’te 20 yıl süren kiracılık sefaleti son bulacak ve şehirde yaşayan 30 bin İtalyan’ın buluşma noktası olacak Casa Garibaldi kültür merkezi inşa edilecekti. Tutulan vakıf günlüklerinde, binanın temelinden çıkan ‘birtakım buluntular’dan eşekli hamallarla kurtulunduğundan bahsedilecekti.

Açılan mezarlara Ortodoks geleneğine uygun olarak takdis töreni yapıldı.

SON İSKELETİN ÜSTÜ NEDEN BETONLA ÖRTÜLDÜ?

Eylül 2014... Casa Garibaldi’nin bodrumu...
Dr. Sedat Bornovalı’nın yazdığı dilekçeyle harekete geçen İstanbul Arkeoloji Müzesi arkeologları müzenin deposunda güvenceye alınmak üzere 1500 yıllık mezardan iskeleti çıkardı. Fakat mezarın az ilerisinde bir mezar daha vardı. İki metre ötede bir tane daha. İstiklal Caddesi tarafına doğru kazdıkça topraktan kafatası, omurilik, kol, oyluk kemiği fışkırıyordu. Bulunan iskeletlerin sayısı 10’a ulaştı. Sonuncusu binanın cadde tarafındaki temel sütunun tam altındaydı. Binanın statiğini bozacağı için, yerinden çıkarılmadı, üstü tekrar betonla örtüldü. Burası bir mezar değil, mezarlıktı. Üstelik İstiklal Caddesi’ne doğru devam eden en az 200 sene ölü defnedilmiş bir mezarlık!



MEZARLIK NEREYE KADAR DEVAM EDİYOR?

13 Ocak 2015... Bağcılar Hürriyet gazetesi binası...
Gazeteci telefonda heyecanla sordu: “Ne diyorsunuz? Yani günde 400 bin insanın geçtiği İstiklal Caddesi’nin altı Roma mezarlığı mı?” Projenin içmimari danışmanı Jale Kulin, “Evet” dedi; “İstanbul’un katman katman inşa edilmiş hayatı açısından çok güzel bir örnek. Sağımızda, solumuzda büyük binalar var. Eğer bu binaların inşaatları sırasında mezarlar tahrip edilmediyse, kazsak mutlaka devam eder. Ama buradaki tahribatı yasadışı görmemek lazım. İnşaatların yapıldığı dönemde bunların bir önemi olmadığı için belgelenmiyordu. Özellikle de kazıyı yapan eski eser meraklısı falan değilse... Tek bildiğimiz, mezarların bugünkü cadde seviyesinden 8 metre kadar aşağıda olduğu.”


İSTİKLAL CADDESİ BİR ROMA CADDESİ Mİ?

İki saat sonra...
Gazeteci ve fotomuhabiri arkadaşı İçmimar Jale Kulin’le iskeletlerin bulunduğu bodrumu gezmek üzere Taksim’de buluştu. Yürüdükleri caddedeki her şey ilkgençliğinde bira içip serserilik yaptığı caddeyle aynıydı: Sağda Fransız Kültür Merkezi, solda Aya Triapa Kilisesi... Az ileride Çiçek Pasajı, karşısında Galatasaray Lisesi... Köşede Mısır Apartmanı, çaprazında Odakule... İnsanın pantolonuna çamurlu su fıştırtan sokak parkeleri bile aynıydı. Tek farkla: Bu arşınladığı cadde-i kebir, artık 19. yüzyıl Osmanlı caddesi değil, bir Roma caddesiydi.

İçmimar Jale Kulin, binanın taşıyıcı kolonlarından birinin altında buldukları iskeletin üstüne beton dökerek aynı yerde bıraktıklarını söylüyor.

MS 4-6’NCI YÜZYILDA BÖLGEDE YERLEŞİM OLDUĞU ANLAŞILDI

İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Zeynep Kızıltan
Beyoğlu Casa Garibaldi’de yaptığınız kazıda arkeologlarınız tam olarak ne buldu?
İstiklal Caddesi, Deva-Perukar Çıkmazı’ndaki binada yaptığımız kazıda tuğla mezarlar açığa çıkardık. Bulunan mezarların tamamında iskeletlerin üzerleri pişmiş toprak mezar kiremitleriyle örtülüydü. Burası daha önce nekropol (mezarlık) olarak kullanılmış.
Bunlar hangi döneme/kültüre ait?
Yaptığımız ilk değerlendirmeler sonucu mezarların Geç Roma - Erken Bizans dönemine ait oldukları tespit edildi. Üç iskelet üzerinde yapılan Karbon 14 analizine göre (yaş belirleme testi) bunlardan en erkeni MS 4. yüzyıl, en geçi MS 6. yüzyıla ait. Yani mezarlığa en az 200 sene boyunca definler yapılmış.


Yani tek bir binadan değil, geniş bir alana yayılan bir Roma mezarlığından mı bahsediyoruz?
Bu alan üzerine yapılan bina nedeniyle bazı iskeletler tahrip olmuş. Bina duvarları bazı mezarların üzerine oturmuş. Yapılan incelemeler ve bulgular mezarlık alanının yan parsellerde de devam ettiğini işaret ediyor.

Biz Beyoğlu’nun 19. yüzyılda konsolosluk binalarının inşa edilmesiyle meskûn olmuş bir bölge olduğunu sanıyorduk. Buluntular Beyoğlu tarihinde neyi değiştirdi?
Ortaya çıkan mezarlar Beyoğlu’nun bilinen tarihinin çok daha eskiye uzandığını gösteriyor. En azından M.S. 4–6. yüzyılda bu bölgede bir yerleşmenin ve bu yerleşmeye ait bir mezarlığın varlığı anlaşıldı. Binanın zemininde bulunan içleri doldurulmuş su kuyularında sürdürülen kazı çalışmaları sırasında da Osmanlı ve Geç Bizans dönemine ait malzemelerle karşılaşıldı. Bu da bize bu alanın mezarlık dışında, uzun süre yerleşim alanı olarak da kullanıldığını gösteriyor.
HANGİ YEMEKTE HANGİ BAHARAT KULLANILIR

Deniz ürünleri :


alabalık:kurutulmuş pırasa,kekik,melisa,biberiye,karabiber,kuru maydanoz
balık salatası :adaçayı,mercanköşk, kekik, yenibahar, soğan granül, kur,kereviz,kuru maydanoz fırında balık : ardıç,karabiber, dereotu, fesleğen, kimyon
izgara balık :fesleğen, kuru maydanoz, kimyon, defne, nane
karides :soğan granül, defne, karabiber, muskat
kızartılmış balık :muskat, kimyon, karabiber, kuru maydanoz, kişniş
marine edilmiş balık :dereotu, hardal, muskat, karabiber, biberiye
midye :kereviz,muskat,soğan granül,kimyon
morina balığı :feseğen, köri, yenibahar, adaçayı, tarhun

Yumurta - peynir


krem peynir :kişniş,nane, karabiber, muskat, köri, kuru maydanoz
koyun peyniri :köri, muskat, tatlı toz kırmızı biber, melisa, karabiber
omlet :muskat, tarhun, dereotu, kişiniş, mercanköşk
peynir suflesi :rezene, dereotu, karabiber, zencefil, kişniş, kekik

Soslar

biber sosu :soğan granül, kuru maydanoz, karabiber
domates sosu :kuru maydanoz, kur, kereviz, karabiber, defne, muskat, kekik
hardal :karabiber, defne, muskat, biberiye
izgara sosu :kuru maydanoz, kekik, sarımsak, karabiber
köri sosu :tarhun, dereotu, karabiber,kur, kereviz, biberiye
lahana sosu :soğan granül, karabiber, kekik, defne, biberiye,mayonez kurutulmuş kereviz, kuru maydanoz, karabiber, mercanköşk, melisa
salata sosu :defne, mercanköşk, biberiye, kur, kereviz, karabiber, kuru maydanoz
yumurta sosu :muskat, karabiber, kekik, kur, kereviz, biberiye, melisa

Sebzeler :

bakla :kurutulmuş kereviz, acı toz biber, tarhun, kekik, yeni bahar, pul biber, soğan granül
beyaz lahana :kekik, zahter, kuru maydanoz, karabiber, kurutulmuş kereviz.
bezelye :melisa, zencefil, zahter, fesleğen, biberiye, kimyon
domates :soğan granül, karabiber, melisa, defne, biberiye
fasulye :melisa, muskat, tarhun, karabiber, fesleğen
havuç :adaçayı, karanfil, karabiber, melisa, biberiye, zahter, sarımsak, mercanköşk, kekik
hindiba :tatlı toz biber, kur, kereviz, zahter, karabiber, köri
ispanak :adaçayı, tarhun, fesleğen, kekik, zahter, biberiye, pul kırmızı biber.
kereviz :soğan granül, karabiber, kişniş, kuru maydanoz, biberiye, kekik
kırmızı lahana :ardıç, mercanköşk, fesleğen, karanfil, zahter, biberiye, karabiber
kuşkonmaz :zencefil, köri, tatlı toz biber, zahter, karabiber, mercanköşk
mantarlar :dereotu, kuru maydanoz, muskat, karabiber
patlıcan :pul biber, ardıç, kurutulmuş kereviz, rezene, kimyon, zahter
soğan :defne, kuru maydanoz, mercanköşk, soğan granül
salatalık : nane, zahter, fesleğen, köri, safran, soğan granül, kişniş, mercanköşk

Hamur işleri :


börek, pide, çörek :dereotu, kuru maydanoz, soğan granül, sarımsak, çörekotu
kurabiye :zencefil, tarçın, h,nd,stan cevizi, mahlep
poğaca :çörekotu, susam, dereotu, kuru maydanoz
tatlı :tarçın, kakule, hindistan cevizi

Çorbalar :


balık çorbası :kimyon, kişniş, dereotu, kurutulmuş kereviz, nane, karabiber
domates çorbası :kurutulmuş kereviz, kekik, karabiber, zahter, fesleğen,
biberiyeet çorbası :köri, kurutulmuş kereviz, kuru maydanoz, dereotu
ezogelin çorbası :karabiber, pul biber, nane, kurutulmuş sebzeler
gulaş çorbası :melisa, hardal, yenibahar, kimyon
ıspanak çorbası :kekik, zahter, nane, biberiye, fesleğen targun
kuşkonmaz çorbası :yenibahar, köri, karabiber, zencefil, kekik
mantar çorbası :safran, köri, karabiber, kur, kereviz, rezene, zahter, fesleğen
mercimek çorbası :karabiber, pul biber, kurutulmuş sebzeler
patates çorbası :zencefil, pul biber, fesleğen, kekik, adaçayı, sarımsak
soğan çorbası :dereotu, tatlı toz biber, tarhun, kurutulmuş kereviz, kuru maydanoz
sebze çorbası :tatlı toz biber, kimyon, adaçayı, karabiber
tavuk çorbası :zahter, kekik, dereotu, tarhun, kurutulmuş kereviz.

Salatalar :


çoban salatası :soğan granül, kur, maydanoz, dereotu, kekik, sumak
deniz ürünleri salatası :kuru maydanoz, dereotu, soğan granül, nane, tatlı toz biber, defne, sumak
peynir salatası :kuru maydanoz, nane, adaçayı, biberiye, karabiber
tavuk salatası :melisa, defne, kekik, karabiber, dereotu, sumak, kuru maydanoz

Kümes hayvanları :


hindi :mercanköşk, rezene, adaçayı, pul biber, karabiber
kaz :karabiber, fesleğen, kuru maydanoz, soğan granül
ördek :dereotu, kuru maydanoz, kurutulmuş kereviz, karabiber
sülün :ardıç, defne, soğan granül, kimyon. muskat
tavşan :muskat, rezene, karabiber, kuru maydanoz, fesleğen, dereotu
tavuk :zahter, kekik, mercanköşk, biberiye, sarımsak, karabiber, kuru maydanoz, soğan granül

Kırmızı etler :


biftek :adaçayı, kekik, kur pırasa, pul kırmızı biber, dereotu, hardal unu, tarhun nane
böbrek :kekik, kuru maydanoz, karabiber, adaçayı
dana eti :melisa, nane, muskat, karabiber, mercanköşk
gulaş :kekik, melisa, muskat, kuru maydanoz, karabiber
karaciğer :kekik, mercan köşk, rezene, dereotu, karabiber, kur, kuru maydanoz, pırasa
kıyma :kimyon, kekik, yeni bahar, karabiber, tarçın, kuru maydanoz, sarımsak, zencefil, havlıcan
kuşbaşı et :kekik, soğan granül, zahter, karabiber, fesleğen
koyun eti :yenibahar, mercan köşk, köri, karabiber, muskat, kuru maydanoz
sığır eti :kekik, kuru maydanoz, dereotu, kimyon, defne
Çıplak Türklerin tarih giyimi üzerine bir kolaj: tarih/giysi düğümü 



-İsteme yalnızca yazmış olan kişinin söylemine bağlıdır. Yazmak istediğimizi söylemek, bakın işte bu, yazı’nın tam da konusudur aslında; dolayısıyla yalnızca yazınsal yapıtlar Yazmayı-İsteme’ye tanıklık eder, bilimsel söylemler değil (…) Yazmak, ancak üst dilden vazgeçme söz konusu olduğunda tam olarak yazmaktır[1].

“Bahtin’in gözlemlerine göre bizlerin çağdaş dünyasında mutlak bir gerçeği üstlenmek olanaksızdır ve insanın, kendi adına konuşmak yerine alıntılar yapmakla yetinmesi gerekir”[2]

“Çul gibi kaba ve gevşek dokumasından uzun etekleri saçaklı, kısa kollu ve belden de iple bağlı kalın entari giyen, ayakları da sandaletli toplumlarına, İskit’ler, daha hafif dokumalardan yapılmış tünik-mintan, pantolon ve ince deriden ya da keçeden konçlu çizme giymesini, bir de giysisi böyle olan koşumlu biniciliği öğretmişler”di[3]. “İskitler kısa gömlek, uzun pantolon, dize kadar deri bot ve kafalarını rüzgardan koruyan sivri bir şapka giyerlerdi, son derece makul bir giyim tarzları vardı. Altaylıların giyim biçimi ise çok gariptir. Buna karşın Türkler ve Moğollar refah günlerinde çok görkemli ve farklı kılıklarla gezseler de genelde, yani yoksul olduklarında, sırtlarına kimi zaman sepilenmiş kimi zaman sepilenmemiş ya da delik deşik olmuş bir hayvan postu almakla yetinirlerdi”[4].

“Türkler’in geleneksel ve sağlam düzenli “Boylar-Birliği” biçiminde Ordu-Devlet halinde bulunmaları, kolay ve çabuk “seferber” oluşlarını sağlıyordu. Bunun için, kadınlı-erkekli kullandıkları ve üstünlüklerini sağlayan, atlı/süvari kılığı olan kollu ve çatal giyimi bulmuşlardı. Başka kavimlerde eskiden görülmeyen bu kıyafetin belirgin vasfı, kışın hem soğuktan koruması, hem de ata binip, koşturabilmesi için, rahat olması idi. Atlı/süvari kılığı ile beraber, bu giyime uyan şu nesneleri giyiyorlardı: Ayakta, edik (keçe kaplı veya deriden) çizme; bacakta potur/şalvar (pantolon); gövdede gömlek, yelek, çepken; belde, hançer ve başka gereçler asılı tokalı kur
(kemer), en üste giyilen ve dizlerden aşağı inen çapan (yakaları kürklü, arkası yırtmaçlı arkalık/kaftan); başta, keçe veya kürkten börk/kalpak. Eski Türkler’e üstünlük sağlayan bu atlı kılığı, M. Ö. V. yüzyılda komşu Çinliler’ce; bin yıl sonra da, Batı (Avrupa) Hunları’ndan Atilla (437-453) orduları karşısında bulunan Bizans’ta; imparatorluğun kararıyla, resmen kendi ordularına benimsetilmeye başlanmıştır”[5].

Hiong-nu’lar (Hunlar) “ata binmeyi kolaylaştırmak için kenarları açık kısa bir tünik giyerler ve pantolonlarını sadaklarını astıkları bir kemerle sıkarlardı”[6]. Çin vakayinameleri göçebe Şiongnuların (Türk-Moğollar) genellikle kürkten başlıklar, bileklerde bağcıklarla büzülmüş bol bir pantolon, kalçalara kadar sarkan iki yanı yırtmaçlı geniş bir gömlek, kısa bir kürk palto, deri ayakkabılar giydiğine değinir. Kulaklarda halkalar vardır. Çinliler, Şiongnu akınlarına etkin bir önlemle karşı çıkmak üzere hareketlilik kazanmak için savaş arabalarını süvari gücüne dönüştürür. Onlar aynı zamanda, göçebe pantolonu ata binerken daha rahat olduğu için entariyi terk eder; atlı oklu birlikleri kurmaya çaba harcar[7]. Çin’de, “Göktürk ve Uygur modaları bir ara sarayda bayağı rağbet görmüştü”[8].

“Türk alplarının kıyafetleri, atlı muharebeye elverişli, binici giyimidir. Hiç değişmeyen özellik, daima çizme ve çakşır giymeleridir. Çakşır, bazen kaplan postundan olur (…) Ok atan, eski İskitler ve Kuşanlarda görülen, Türklerin de giydiği ve kurtak dediği kısa bir gömlekle resmedilir kısa gömlekle beraber sıkı çakşır ve yüksek çizmeler giyildiği görülür. Kül Tigin’in ve daha birçok Kök Türk heykellerinin giydiği dize kadar uzanan, beli kuşakla sıkılan, dik veya devrik yakalı kaftan da eski bir İç Asya kıyafetidir”[9]. “Türklerden önceki Türkistan sanatında alplar şöyle giyinirdi: Hun ve İskit mezarlarında bulunan cinsten ve İbn Fadlân’a göre Türk devrinde kurtak denen, diz boyu bir gömlek; Çin taş oymalarında ve İskit eserlerinde görülen tarzda paçaları bol bir çakşır: Türklerden önceki Türkistan sanatında ve Orta Asya Türk sanatında da bol çakşır, paçalar ve diz hizasında şeritler bağlıdır. Paçaları bağlı çakşır, ilk Kök Türk devrine ait olduğu sanılan, Altaylarda bulunmuş (Kudirge) eserlerdeki atlı resimlerinde de görülür”[10]. “Onlar (Uygurlar, İB), samur kürkü postu, Po-tieh (keçe/ pamuk) ve Hsiu-wen hua-jui pu (çiçek motifleri ile işlenmiş elbise) imal ederler. Onların adetlerine (göre) büyük bir kısmı ata binerler ve ok atarlar. Kadınlar başlarına Yu-man giyerler. Su-muche (kalpak, şapka) diye de bilinir. (…) Seyahat edenler Mao-chi (kıldan yapılmış bir çeşit keçe) giyerler”[11].

Kafkas-ötesi’nde savaşan Türk ordusunun bünyesinde, bizzat Batı Türk devletinde olduğu gibi, çok çeşitli halklar bulunuyordu. Kafalarını tıraş edenlerle saçlarını uzatanlar birbirinden ayrıydılar. Türkler, saçlarını omuzlarına inecek kadar uzatıyorlardı. Başlarını tıraş edenler Bolgarlar’dı. Ugor kabileleri ise, saçlarının ön taraflarını kestirip, arka tarafta birkaç belik bırakıyorlardı. Konstantinopolisli moda düşkünlerinden Avarlar’daki bu saç tarama şeklini taklit edenlere Bizans’ta “Hun” diyorlardı. “Hayvan misali saçlarını uzatan halklar” arasında ilk sıraya Ugor kabilelerini oturtmak gerekir[12]. “Çinlilerin, tıpkı batılı kaynakların Avarlar hakkında söyledikleri gibi, saç örgülerinin Yuan-Yuan giyim-kuşamının en belirgin özelliği”dir[13].


Çin genişliği, zenginliği, gücü, yüksek ve parlak uygarlığıyla komşularının gözünü kamaştırır. Kimi Gök Türk kağanlarının Çin’e ve Çinlilere karşı derin bir hayranlık duydukları görülür. Bu kağanlar Çin’in birçok veya herşeyi ile taklit edilmesi gerektiğine inanıyorlardı, der Faruk Sümer. T’a-po kağan (572-580) o denli Çin hayranıdır da, Çin’de doğmadığına yerinir. Bu kağanlardan bir başkası Şa-po-lyo, Çin imparatoruna gönderdiği bir mektupta Çin adetlerini almak istediğini, fakat kendi ulusunun gelenek ve görenekleri çok köklü olduğu için buna cesaret edemediğini bildirir. Söz konusu Çin geleneklerinin başında saç ve kıyafet değiştirmek söz konusudur. Ki’min kağan da (ölümü 608) Şa-po-lyo’nun görüşünü paylaşıyor ve işe onun gibi kıyafet ve saç şeklinin değiştirilmesi ile başlamak istiyordu. Ki’min, ulusunun kıyafetini kaldırıp yerine Çinlilerinkini almak ve hatta “asil Çin ulusunun her şeyini taklit etmek istediğini” Çin imparatoruna ifade eder[14].
Kül Tigin Yazıtı şöyle başlar: “(Ben) Tanrı gibi (ve) Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Hakan, bu devirde (tahta) oturdum. Sözlerimi baştan sona işitin, önce (siz) erkek kardeşlerim, (ve) oğullarım, birleşik boyum (ve) halkım (…) (Çinliler) altın(ı), gümüş(ü), ipeğ(i) (ve) ipekli kumaşları güçlük çıkarmaksızın öylece (bize) veriyorlar. Çin halkının sözleri tatlı, ipekli kumaşları (da) yumuşak imiş. Tatlı sözlerle ve yumuşak ipekli kumaşlarla kandırıp uzak(larda yaşayan) halkları böylece kendilerine yaklaştırırlar imiş”[15].
Lüks dokumalar, kumaşlar oldukça değerliydi ve yüksek rütbeli kişilere, elçilere hediye, bahşiş, bir hizmet karşılığı ödül, özellikle de rüşvet olarak verilirdi. “Sui yönetimi steplerde hakimiyetini sağlamlaştırmanın tek yolunun geniş çaplı bir adam ayartma ve pahalı hediyelerle kandırma taktiği olduğunu düşünüyordu.. öyle kıymetli hediyeler verdiler ki, onlara harcanan paralarla tam bir ordu donatılabilirdi. Mesela, 607’de Yang-ti, Cangar ve ona bağlı olan 3500 kişiye ziyafet verdi. Hana bu ziyafet sırasında iki bin top ipek kumaş, savaş arabaları, değerli atlar, timsal, musiki aletleri ve sancaklar hediye edildi. Elbette 3500 bey de unutulmadı (…) Vasallar aksırıp tıksırıncaya kadar yiyip, içtiler. Çin’de her şeyin çok bol olduğuna inandılar ve içtikleri şarap için tek kuruş ödemediler. Göçebeler şaşırmışlardı. Her yanları, ağaç gövdeleri dahi ipek kumaşlarla sarılmıştı. “Yoksa Çin’de elbise bulamayan hiç fakir yok mu ki ağaçlara ipek giydiriyorlardı?” diye sordular. (…) Sui hanedanının Doğu Türkleri üzerindeki hakimiyeti son derece muhkemleşmiş gibi görünüyordu. Cangar Ch’i-min Han sadece sınırlarını korumuyor, aynı zamanda halkının Çinliler’e benzemesi için ne lazımsa yapıyordu. Türkler’i Çinliler gibi giyinmeye, ev kurmaya ve ekmek yemeğe mecbur etme cür’etini bile göstermişti”[16].
“İlliğ Kağan istisna olmak üzere, 580-680 yılları gerek Doğu Kök Türk, gerek Batı Kök Türk kağanlıklarının Çin’e kapılanma dönemidir. Bu dönem içinde töreleri değiştirmek istenilen Türk oğuşları, iç yapılarındaki istikrardan dolayı sapasağlam ayakta kalabilmiş (yargı post pactum’dur), fakat siyasal kertede kurulan konfederasyon (stepokrasi) çözülmüş, il ufalanmıştır”. Bir Kırgız beyinin feryadı, Kök Türk oikoumené’inde törelere ne denli önem verildiğini gösterir: “qara budunum qatığlanıng el törüsü ıdman ayıta” (Kara budunum katlanın. El töresine uymayın. Hayda!) (Vasiliyev Korpus). Kanımca iki yüzyıllık KökTürk tarihinin büyük bir bölümünde olaylar bu tema üzerinde gelişmişti. Kendilerinin “başka” olduklarına inanan uruk, oğuş ve boylar varoluşlarını ve acunsallarını, yani benlik ve özdeşliklerini korumak üzere yadların iktisadi ve ideolojik etki ve baskı alanından kaçıp kurtulmak istemişlerdir. Bundan dolayı, başkaldırmışlar ve eğer yenilmişlerse illerini terk edip göçmeye zorlanmışlardır”[17].
Türkler Çin ipeğine ve giysisine özene dursunlar; bu sırada, “VII. yüzyılın 20’lerinde Ch’ang-an’da 10 bin Türk ailesi yaşıyordu. Onların giyinme şekilleri ve âdetleri Çin devlet erkanının hoşuna gitmiş ve tıpkı II. Yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda Germen, VIII. Yüzyılda Bizans’ta Hazar adetlerinin yerleştiği gibi, Çin’de de herkeste bir Türk modası başlamıştı. zamanla sıradan insanlar da bu akımın tesirinde kaldılar ve Türk modası sarayın ve erkan-ı devletin dışına taştı. Davet ve şölenlerde yabancı müzik eşliğinde sınır ötesi milletlerin yemekleri servis yapıldı. Yeşil ve kahve renkli, yakalı, soldan açılan, belden kuşaklı Türk giysileri T’ang döneminde büyük kitlelerin günlük giysisi haline geldi. Fakat daha önemlisi, özellikle kış günleri sıcak bir kulübe ve hatta VII. Yüzyılın Çin evi haline gelen Türk çadırları Çinlilerin çok hoşuna gitmişti”[18]. Öte yandan “V. Constantine adıyla tahta geçecek olan Bizans Prensi, Hazar Kağanının kızıyla evlendiğinde, Prens, çeyizi içinde Bizans sarayını çok etkileyen bir de elbise getirmişti. Bu elbise öylesine hayranlık uyandırdı ki, erkeklerin törenlerde giydiği giysi olarak kabul edildi. Adına “Çiçakyon” dediler. Bu sözün kökü Hazarların prenseslerine Türkçe olarak “Çiçek” adını takmış olmalarına dayanıyordu”[19].
“Uygur devrinde Orta Asya resminin motifleri, kıyafetleri ve şahısların özellikleri de çok değişti. Bu arada alp görünüşü de yeni bir görünüm aldı”[20]. Eski Türklerin dahil olduğu medeniyete Uzak Doğu (Çin) medeniyeti denebilir. Türkler, İslamiyetten sonra bu medeniyeti bırakarak İslam medeniyetine girdiler. Tanzimattan beri de Batı medeniyetine girmeye çalışıyorlar[21]. “Değişen şeyler dikkatimizi, değişmeye direnen şeylerden daha fazla çekerler. Bu entelektüel hayatımızın genel yasasıdır. Bu yüzden, tarihsel değişme tecrübesinden doğan bakış açıları daima, fark edilmeden kalan şeyleri unuttukları için abartılı olma tehlikesini taşırlar”[22], uyarısını aklımızda tutarak devam edelim.
“Türklerin giysileri Arapların giysilerinden başkaydı, kırsal alanlarda İranlıların giysilerinden de değişikti. Fakat Avrupalıları da Müslümanları da en çok etkileyen, özgür yaşamları yönünden kadınlar olmuştur. Türkmen kadınları örtünmezlerdi”[23]. “XIII. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu’daki Türk göçebe unsurunun kızıl börk giydikleri kesin bir şekilde bilinmektedir. Bu usulün daha sonraki yüzyıllarda da yaygın olduğuna şüphe yoktur. Bu sebeple Safevi mürid ve askerlerinin giydikleri külah ve taçların kızıl renkte olmasının bu gelenekle ilgili bulunması her halde imkansız değildir”[24]. “XIV. yüzyılın ikinci yarısında ve XV. yüzyılın başlarında, Türkiye Türkleri’nin kıyafetleri, umumiyetle Orta Asya Türklerinkinin aynı idi, ayaklarında -kadınlar da dahil olmak üzere- kırmızı çizmeler ve başlarında da kızıl börk vardı”[25]. Orta Asya’da ak giysili Türklere de rastlıyoruz. “(Metinde, 8. yy.) Adı geçen Ak Giysili Türkler’in beyazlar giyinmeleri onların maniheist olduklarının bir göstergesi midir? Belki (Widengren 1968). Beckwith ise, bunların bir İslam tarikatından olduğu inancındadır”[26]. T’angşu’nun birdirdiğine göre Batı Türklerinden Karluklar’la yapılan bir savaş sırasında ak elbiseli Türkler adıyla bahsedilmektedir[27]. Ak ve al arasında…
Sarığa gelince, Tuğrul Beğ 1038 yılında Nişabur’a geldiğinde başında sarık vardı. 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da hükümdar ve beğleri de sarık kullandılar. 10. yüzyılda Oğuzların ileri gelenleri, bilhassa komşu İslam ülkelerinde imal edilmiş olan gömlek ve kaftanlar giyorlardı. Halk ise muhtemelen kendilerinin dokuduğu ince yün ve ince keçeden elbiseler giyordu. Destanlarda, baş kabı olarak börk ve sarık adları geçiyor. Börk Türklerin milli baş kabıydı. Börk 13-14. yüzyıllarda kızıl renkliydi; Anadolu’da ak renkli börk giymeyi 13. yüzyılın ikinci yarısında Denizli uc beğlerinden Mehmed Beğ gelenek haline getirdi[28].
“Tabii ki bilgi ve düşünceler, kılk kıyafet ve kanunlar da dolaşımdaydı. Orhan’ın benimsediği unvan olan “dinin suvunucusu” Batı Anadolu’da, kendi kuşağından diğer beyler arasında oldukça yaygın bir unvandı; besbelli ki Osmanlılar sınır bölgelerindeki modayı takip ediyorlardı”[29].
“Kardeşi Ali Paşa Orhan Gazi’ye,”ey kardeş, Allah’a hamdolsun ki, padişah oldun. Günden güne askerin artmaya başladı. Şimdi sen de kendi askerinde bir nişan et ki, başka askerden mümtaz olsun, kıyamet gününe kadar bununla anılsın” dedi. Orhan, “sen ne buyurursan, ben onu kabul ederim” dedi. Ali Paşa, “etrafındaki beylerin börkleri kızıldır. Senin has kullarının börkleri ak olsun” dedi. Orhan Gazi bu sözü kabul ederek, buyurdu: Bilecik’te ak börkler bükdürdü. Adam göndererek, Amasya’daki Hacı Bektaş-i Horâsânî’den icazet aldı, önce kendisi giydi, sonra hizmetindekiler giydi (…) Burma dülbend de Orhan zamanında ihdâs edilmiştir. Divana gelince, beylerin burma dülbendi olmasa kınarlardı. Hülasa, divanda, burma dülbend, sofrada ak börk giymek âdetleri idi (…) O zamanda sakal kesmek de yoktu. Beylerde, vezirlerde, sipahilerde güzel, uzun sakallar olurdu. Padişah hışmettiği kişinin itibarını düşürmek için sakalını keserdi. Sonra sakal kırkmak âdetini, bu yerlere Frenk(ler) gelmeye başlayınca, onlardan aldılar. Hülasa, eski zamanlarda töre ve erkân şimdikine muhalif idi”[30].
Aşıkpaşazade Orhan Gazi’nin çoğalan askerlerine bir alamet-i farika kabilinden çevresindeki beylerin kızıl börklerinin tersine ak börk kuşanmasına değindikten hemen sonra sakala değinir: “Eski zamanda üstâdene taraklar ve hürmetli sakallar olurdu. Padişah hışmettiğinin sakalını kesip eşeğe bindirirdi. Şimdiki zamanda kendilerinin âdeti eşek oldu. Binip yürürler. Sakallarını da kendi elleriyle keserler. Bu sakal kırkmak âdeti eskiden Frenklerden kalmıştır. Frenklerden de cünüp Işıklar (Sünni olmayan dervişler, İB) almıştı. Şimdiki zamanda mübah oldu. Kadınlar saçını keser, erkekler sakalını”[31].
Sakala ek bir şiir hali: “Yavuz’a sormuşlar. Niye sakal bırakmıyorsunuz diye? Sırf bıyık bırakıyor. Çünkü diyor yanımdaki vezirin çekmesini istemiyorum. Babasının zamanında yapmışlar”[32].
Halil İnalcık’a göre Batı’nın özellikle giyim kuşam gibi kültürel unsurlarını reddetme tavrı, çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Dışarıdan hiçbir korkusu olmadığı yükselme çağında ise Osmanlılar, Batı’dan kültür aktarırken hiç çekinmemişler, tersine, başlangıçtan itibaren Batı’dan etkilenmişlerdir. Etkilenme, daha Orhan Bey zamanında sakalın Frenk usulü kesilmesi, börklerin renginin kızıldan beyaza çevrilmesi (‘ak börk’ Bizans’ta rahipler sınıfının başlığıdır) ile başlamış daha sonra özellikle teknik konularda Batı taklit edilmiştir. Daha sonra Âşıkpaşazade, I. Beyazıd’ın Ankara felaketini yorumlarken, bunu Osmanlı Beylerinin Frenkleri taklit ederek sakal kesmeye başlamasıyla açıklar.
Bitlisli İdris’in “Heşt Behişt”, Solakizade’nin “Tarih-î Âl-i Osman”da, Hammer ve Gibbons’un yazdıklarına göre, Osmanlılar Sultan I. Murad Hudâvendigâr’dan itibaren -Hz. Muhammed’in bayrağı sarı, Fatımîlerinki yeşil, Emevîlerinki beyaz, Abbasîlerinki siyah iken- Osmanlılar kırmızıyı İslamiyet’in bütün öbür ünlü renklerine yeğlemişlerdi ve varolabilmek için savaşan Osmanlılar bayraklarını, “al” dedikleri kan kırmızı renginde yapmışlardı. Maviyi sevmemişlerdi, çünkü bu renk hem İran sufilerinin, hem eskilerden beri Bizans’ta sarayın ve devletin, hem de Musevilerin rengi imiş. Hammer, Hudâvendigâr’ın düzenlediği zeamet sistemine tımar sahipleri ile sipahilere verilen ilk bayrakların da kırmızı olduklarını söyler. F. Babinger de kırmızının Osmanlılarda devlet egemenliğinin, iktidar ve kudretin simgesi olmuş, ordunun kıyafetine de girerek zamanla toplumun gündelik yaşamına da yansımış, halk sanatında, özellikle de halı, kilim ve dokumalarda bereketi, gücü ve kudreti dile getiren renk anlamında kullanılmıştır[33].
“Barak Baba, hepsi de aynı kıyafeti taşıyan yüz kadar dervişiyle şehre gelmişti. Kendisi de dahil olmak üzere dervişler, iki yanında öküz boynuzlarına benzer boynuzlar olan, keçeden yapılmış külahlar giymişlerdi. Kazınmış saçlarına, kaş ve sakallarına karşılık, aşağı sarkan bol ve gür bıyıkları vardı. Belden yukarıları çıplak olup boyunlarında ve omuzlarında küçük ziller ve kına ile boyanmış aşık kemiklerinden yapılmış kolyeler asılıydı. Ayrıca bellerinde tahtadan yapılmış kılıçlar vardı. Defler, kudümler ve ziller çalarak raksediyorlardı”[34]. Beline sarılı kırmızı bir bez parçası dışında çıplak olarak Suriye’ye gelen Barak Baba (ö. 1307-8). “başına iyi yanına birer manda boynuzu takıştırılmış kırmızımsı bir sarık sarıyordu. Saçı ile bıyıkları uzun, sakalı ise kökten kazılıydı. Yanında uzun bir nefir, bir de derviş kâsesi taşıyordu. (…) Uzun değnekler, tef, davullar taşıyan, boyunlarına asılı iplere azı dizleri dizili müritleri de aynı görünümdeydi”[35].

“Dervişler kendilerini giyim bakımından, türlü yollarla bütün toplumsal tiplerden ayırıyordu. Kimileri bütünüyle çıplaktı, ötekileri ise bellerine yalnızca basit bir kuşak dolardı. Daha başka dervişler de eskiliği dolayısı ile saygınlık kazanmış toplumsal inziva giysisi yün ya da keçe aba giyerdi, ancak Sûfî rengi maviden kaçınılır, ak ya da kara yeğlenirdi. Cemâleddîn zamanı Kalenderleri düz yün çucallar giyer, bu yüzden de Cavlak ya da Cavlakî diye bilinirdi. Rûm Abdâlları, yaratıcı bir toplum karşıtı davranışla, tek giysileri olarak hayvan gönü bürünürdü. Dervişler protestolarını başlıkla da göstermişlerdir; ya hiç giymeyerek ya da apayrı başlıklar yaparak”[36].

“Antalya’ya varışımızın ikinci günüydü; fityân denilen ahı gençlerinden biri (…) sırtında yıpranmış bir elbise, başında da keçe külah vardı (…) Mecliste sırtlarında “kabâ” (=kaban) ayaklarında mest bulunan; bellerine iki arşın uzunluğunda bıçak asan; başlarını alta yün bir takke, onun üzerinde de bir arşın uzunluğunda iki parmak genişliğinde uzun serpuşlarla örten bir grup delikanlı vardı. Yiğitler burada toplandıkları vakit serpuşlarını çıkarıp önlerine koyarlar. “Zerdânî” cinsinden (=ince, şeffaf sarı ipekten mamul) güzel bir takke veya buna benzer bir şey kalır başlarında”[37].

15. yüzyıl sonlarından itibaren görülmeye başlayan, özel bir askeri birlik olan Deliler’in tek tip, belirli bir kıyafetleri olmamasına rağmen öbür savaşçılardan ayıran en ayırt edici özelliği olağanüstü farklı ve süslü kıyafetleriydi. “Tüm farklı kıyafetlerin ortak özelliği, başka hiç bir askere benzemeyen, kimsede bulunmayan, olağandışı biçmde vahşi hayvan postları, kürkleri, derileri ve yırtıcı kuş tüyleriyle süslenmiş plmasıydı. Deliler benekli sırtlan, samur, kaplan, leopar veya kar leoparı derisinden yapılmış, üzerine kartal kanatları veya tüyleri takılmış gösterişli bir başlık kullanırlardı. Çifte çeleng, yani iki kanatla süslü bu başlığa deli kalpağı denirdi.bazı deliler alınlarında bıçakla açtıkları kesiğe tüy yerleştirirlerdi. Kafa derisinde açılan bu yarık kuruduğunda ve yara kapandiğında bu tüyler kafaya sabitlenmiş olurdu üstlerine ayı veya kar leoparı kürkünden veya sadece kumaştan yapılmış uzun ceket giyerlerdi. Üzerlerine, sırtlarını kapatacak şekilde bütün leopar, kaplan veya kurt postu geçirirlerdi. Şalvarları da ayı veya kurt postundan yapılabildiği gibi sadece kumaş da olabilirdi (…) Ayaklarına ise ucu sivri, yüksek topuklu, genelde sarı renkte deri çizme veya ayakkabı giyerlerdi. Bu çizme veya ayakkabının arkasında oldukça uzun, “serhatlık” denilen mahmuz bulunurdu”[38].

“Mısır’da, Avrasya bozkırlarından gelen sözde İslamlaşmış Memluk hükümdarları, idari ve askeri mekanizmaya Moğol hukukunun ve adetlerinin bazı öğelerini soktular ve giyinme, saç stili gibi konularda bile bazı Moğol alışkanlıklarını benimsediler. Moğol dünyasının efendisi haline geldiler ve Müslüman amir ve sultanlar –bir çok Batı-karşıtı olup da Avrupa modası ceket, pantolon, siperlikli miğfer giyip bilinç altında Batılıların güç ve cesaretine hayranlık duyan çağdaş emsalleri gibi– teçhizatları taşıyıp, saçlarını da Moğollar gibi dağınık bıraktılar”[39]. 6. yüzyılın Orta Asya günlerinden 13. yüzyılın Anadolusuna yerleşen Türkler Moğol giysilerinden uzak durmuş, İran giysisine bürünmüştür. Oğuz-Türkmen giyimi, olağan Türk giyiminden bir ölçüde ayrılır ve İran giyimine benzer. “Türkmenler’in giyimleri alelade Türk giyiminden bir derece farklı olup, İran giyimine benziyordu. Oğuzlara nazaran Karluklar İranlılar’ın tesirine daha fazla kapıldılar”[40]. “14. asır Türk “süvari”sinin kıyafeti hakkında, geçenlerde Ephesus’taki kazılarda bulunmuş olan küçük bronz statü bir fikir verebilir: Gayet ağır şekilde teçhiz edilmiş olan süvaride sarık nevinden bir başlık, göründüğüne göre özengiye bağlı olan, kuvvetli, dizleri aşan bacak zırhı (tozluk) göze çarpmaktadır”[41].

Hacı Bektaş Veli’nin hayat hikayesi ve onu sahiplenen tarikatın gelenekleri Orta Asya’nın izlerini taşıyordu. Örtülü olmayan kadınların tarikat ayinlerine katılmaları, esrime amaçlı semâ, bazı hayvanların kurban edilmesi, insanların kuşa dönüşmesi ve “tarikat üyelerinin belirgin nitelikleri olan uzun bıyıkları kökeninde şamanlık yatmaktadır”[42]. Alevilerde ve Bektaşilikteki şamancı kalıntılar çeşitli adetlerin yanı sıra “sakal kesmek ve sarkık bıyık bırakmak”ta[43] devam etti. “Uzun saç bırakmayı seven eski Türkler bıyığa çok önem verirler, sakal bırakmazlardı. İslamiyetin kabulü ile sakal bırakıp sarık giymeye başladılar”[44]. “Türkler henüz Müslüman olmamakla birlikte İslamiyeti kabul ettiklerini söyleyebilirdi. Sarıklarının ve kaftanlarının altında eski şamanistin kırış kırış gövdesini muhafaza ediyorlardı; ama sonunda, sarık sarma ile hoca olunacaktı”[45].
“Benzer elbiseler giyerek saçlarını aynı şekilde yaptırarak, birbirleri tarafından fark edilmek için bir hile arıyorlar”dı[46] denilebilir mi? Ah şu Türkler “mutlaka bir giysiye gerek duyar(lar). Tarihse, giysilerinin deposu için gereklidir. Tabii, hemen onlar, hiç biri tam uymaz üstüne –değiştirir de değiştirir”ler[47].

–Çin ipeği, İran sarığı, fes, şapka, fötr, “türban”… Çıplak Türkler giysilerinin yanı sıra baş(lık)larını da habire değiştirir dururlar –alameti farikaları bıyık-giysileri hariç. Ünlü Türk kapitalisti bıyıksız Rahmi Koç “Plazamda katiyen bıyıklı çalıştırtmam” deyebilmiştir. Türk halk deyişi de, “bıyıksız herif(ler)!” demiştir çok daha önceden[48].

“Bu Orta Asya yolculuğu boyunca bıyıklı adam görmedim nerdeyse. İlginç. Bıyık, Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da dahi Türklerin alameti farikası, onların ayırdedici giysisiydi. Anadolulu Türkler Orta Asya’dan kovalandılar, öyle ki 1243 Moğol saldırısı, 1402 Emir Timur’un zaferi hep bu kovulgan Türkleri hedef almıştı. Neden? Türkler ne yapmıştı da, peşlerinden kovalandılar? Türkler ‘Bıyık’larını yoldurtmadılar! ‘Bıyık’ Türklerin alameti farikaları, ‘giysi’si, yazuk’u oldu. Pekiyi ‘Bıyık’ neyin mecazı, taşınanıydı? O görünen alameti farika neyin görünmeyeni, taşınanıydı?”[49] Hindistan yolculuğu sırasında Hintlileri kıskandım; kendini ayırdeden giysileri vardı, Sih’lerin de başlıkları. Derhal bluu ciin kot pantolonu Hindistan’da bıraktım, artık giymiyorum ve giymeyeceğim. Kahire’deyse, handiyse artık ezbere bildiğim caddelerinden bir gece ucuz otel odama dönerken, kısa pantolonumla kendimi palyaço gibi hissettim: Kısa pantolonu Kahire’de bırakmıştım. Yıllardır ‘çıplak’ Türklerin “giysi”sizliği aklımı kurcalayıp duruyordu. Orta Asya yolculuğunda kafama dank etti: Bıyık Türklerin alameti farikası, giysisi, inadı, metaforuydu! Assiktir! Kırk yıldır bir kez bile bıyık bırakmayan ben, o ışımalı günden beri bıyık giyiyorum. Bıyık sayesinde Hintlilerin kendilerine has giysileri karşısında Türklerin çıplaklığı, giysisizliğiyle “aşağılık komleksi” çeken ve bıyık’ın bir ‘giysi’ olabileceğini akıl edemeyen ben, ‘giysi’me kavuştum. Türkler tarihleri boyunca pek çok giysi değiştirdiler, bıyıklarını bugüne kadar korudular. Bu fevkalade önemli.“Timur’dan sonra tahta geçen oğlu Şahruh, Osmanlı ve Memlûk sultanlarına hil’at göndererek giymelerini ve böylece kendisine tâbîlikkerini göstermelerini istemiştir (II. Murad hil’atı giymiş, fakat Memlûk sultanı reddetmiştir)”[50].

“Fransızca “tulle” (kaynağı Tulle kenti olan seyrek dokuma kumaş) ve Farsça “bend” (katlanmış) sözcüklerinin birleşiminden oluşan “tülbent” (katlanmış kumaş), bozularak ve coğrafya farklılıklarıyla daha da değişim göstererek, “Cimitarra”yla (ucu kıvrık Arap kılıcı, İB) birlikte birlikte XVI. yüzyılda Türk’ün değişmez sembolü olacaktır”[51]. “Bugün müzelerde hâlâ örneklerinin korunduğu Türk giyim kuşamı ile görkemli Türk çadırlarının Polonya’da”[52] moda olduğuna tanık oluruz.. Osmanlı silahları kadar ipekli, kadife ve Ankara tiftik kumaşları Polonya sarayında ve Polonya soyluları arasında pek revaçtaydı. 17. yüzyılda gelindiğinde Polonya soylularının kimliklerini tanımlayan Sarmatiyen denilen kostüm hiç kuşkusuz “icat edilmiş bir gelenek” idi. Fakat kostümün esin kaynağı Osmanlı el ürünleriydi. Polonya-Litvanya topluluğunun belirli üst düzey komutanları Osmanlı bozdoğanının şaşaalı bir versiyonunu, saygınlıklarının ve makamlarının bir nişanesi olarak taşırlardı. Polonya soyluları, genellikle cenaze törenlerinde kullanılmak üzere yapılan 17. yüzyıl portrelerinde, Osmanlı kaftanlarını andıran kostümler giymiş olarak resmedilirlerdi. Rağbet gören kumaş desenleri de genellikle gözle görülür bir şekilde Osmanlılardan esinlenmiştir; kimileri ise İstanbul ve Anadolu’dan ithal edilmiş orijinallerdir[53]. “XV. ve XVI. yüzyıllarda Macarlar ve Lehler, askeri kıyafet ve silah tipleri konusunda ciccdi bir Türk etkisine maruz kaldılar. Hatta daha da ileri giderek, XVII. yüzyılda, önemli Leh beyleri Türk yeniçerileri veya mehter müzisyenleri gibi giyinmiş küçük birlikler bile kurdular”[54].

“Kendi içine kapanıp kalmamış bütün uygarlıklar, birbiri ardınca, aralarından birinin, Batı uygarlığının üstünlüğünü kabul ediyorlar. Bütün dünyanın yavaş yavaş onun tekniklerini, onun yaşam biçimini, onun eğlencelerini ve hatta giysilerine kadar herşeyini benimsemeye çalıştığını görmüyor muyuz?”[55]. 1850’den sonra Osmanlı edebiyatının yenileşmesi, ruhlara yayılmış bir felsefeden, bir edebiyattan doğmamıştır. “Yazı’nın yenileşmesi devletin yenileşmesinden, hatta kalbur üstü gelen millet tabakasının Fransız kıyafetine girmesinden sonra oldu”[56]. 1876’da 93 gün tahtta kalan V. Murad’ın “eğer Avrupalılara benzemezsek bize yaşama hakkı tanımazlar” dediği dilden dile dolanır. Atatürk’ü Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) rütbesine yükseldiği 1907 yılında çektirdiği bıyıklı bir fotoğrafını yayınlayan Foreign Policy dergisinde, ‘bıyıklı diktatörler’ başlıklı yazıda, Atatürk’ün ilerleyen yıllarda Türkiye’yi ekonomik ve siyasi liberalleşmeye doğru götürürken bıyığını tamamen kestiğini belirten Charles Homans’a göre, “bu, Türkiye’nin modern bir gelecek için Osmanlı geçmişini geride bırakmasının sembolik bir örneğiydi”[57]. 20. yüzyıl başında, “kılık kıyafet inkılabı”, “harf inkılabı” değişimlerine, laikliğe değinmiyorum. Türkler habire giysi, alfabe, din değiştiriyor…

Türkler, Çin’de yerli halklar arasında kaynaşmışlar ve bir iki kuşak sonunda kimliklerini kaybetmişlerdi. Halbuki yakın Doğu’da kendi kimliklerini koruyabilme olanağını bulmuşlardı. “Tek bir kaynağa bağlı kalmamak, Türklerin kendi kimliklerini koruyabilmelerinde en önemli etken olmuştur”[58]. Belirlenmemiş varoluşum ancak zaman içinde belirlenebilir olmaktadır. Ne ki, zaman içinde, edilgin ve fenomensel ben olarak etkilenebilen, değiştirilebilen ben olarak belirlenebilirim (…) Bir varoluşum var; bu varoluş ancak zaman içinde ve edilgin bir ben’in varoluşu gibi belirlenebilir; şu halde ben, kendi öz düşünme etkinliğini, bunu etkileyen bir Başkası gibi görmek zorunda olan, edilgin bir ben olarak belirlenmişim. Bir başka özne yok ortada, asıl özne bir başkası haline geliyor”[59].

Türklerin “giyim konusundaki büyük zaafı aslında derdini anlatmak yeteneğinden yoksun bir kişiliğin kendini dışa vurma arzusundan başka bir şey değildi; giydiklerinde oldukça gösterişli olma hevesi güdüyor, konuşma yetersizliğini giyimindeki gösterişli açık sözlülükle karşılamaya çalışıyordu (…) Gösterişli elbiselere olan düşkünlüğüne rağmen azıcık olsun kırıtamıyor ve elbiseleri üzerine giydiğinde tek kaygısı kendisinin değil elbiselerin güzel gözüküp gözükmediği oluyordu. Tarihlerin pek açıkça yazmadığı bir nokta bu”[60].

“Yeni bir elbise giyen adam az çok bencilliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin arasından bakmak ihtiyacı yahut “Ben artık başkasıyım!” diyebilmek saadeti…”[61]. Ancak bu “mutluluğumuzda cezasını çekmemiz gereken bir günah burukluğu buluruz”[62] kitapta yazdığı gibi: “Türk bodun yazuk kıltacı bol gaylar”[63] (Türk ulusu günah/suç/kabahat işleyici olacak). Derken derken, “Türk kültürü denilen ilginç günah yaratıl”ır”[64].

Giysiden söz ediyorsak mutlaka gövdeden de söz edeceğiz.
“Vücudu eşyasıdır insanın”[65]. “Gerçi, vücudum “ben” demek değildir. Ama, ben kendim, ruhum, vücudum olmaksızın, kendimi, ruh-varlığımı belli edemem. Benim bir vücudum bir de ruhum yoktur. Ben vücutlu-ruhlu bir bütünüm. “Vücut benim mülkümdür” (Der Leib ist maine Habe –Edmond Husserl)”[66].

“Hepimizin ortak bir vücudu yoktur, ama ortak bir büyümesi vardır”[67].
“Dil (de) insanın mülklerinden biridir”[68]. “Dil, kültürün de temelidir. Tüm öbür simge dizgeleri, dil yanında, türemiş ve ikinci dereceden kalır”[69]. “Özne kavramının en az geliştiği Ural-altay dillerinin alanından olan felsefeciler, büyük olasılıkla “dünyaya” farklı bakacaklar ve Hind-Avrupa ailesinden ve Müslümanlardan farklı yollar bulacaklardır”[70].

Dünyaya farklı bakan bu “göçebelerle konuşulacak gibi değil. Bizim dillerimizi bilmedikleri gibi, kendilerinin de pek bir dilleri bulunmuyor, birbirleriyle tıpkı alakargalar gibi anlaşıyorlar; ikide bir karga seslerine benzer bağırışmalar işitiyoruz. Bizim yaşayış ve düzenimize akılları ermediği gibi aldırış da etmiyorlar. Bu yüzden işaretlerle de olsa bizimle anlaşmaya hiç yanaştıkları yok”[71]. “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı”[72] mı peki? Hayır hayır “yalnızca sözedemeyeceğim şeylerden söz etmekle kalmayacağım, aynı zamanda, daha ilginç olanı, aynı zamanda ben, mümkün olursa daha ilginç olanı, şey yapmak zorunda kalacağım, unutuyorum, neyse. Yine de konuşmak zorundayım. Ben hiç sessiz olamam. Hiçbir zaman”[73].

“Klasik usçuluk, barbarları doğru dürüst konuşamayanlarla bir tutmuştur (barbaros sözcüğünün kökeni aslında budur –kekeleyen)”[74]. “Uygarlar konuşur, barbarlar susarlar ve konuşan her zaman uygardır. Veya daha kesin olarak, tanım olarak dil uygar insanın ifadesi olduğuna göre şiddet sessiz”[75], dilsizdir. “Enerji, göçebe birliğin nesnelleşmiş şimdiki anında doğup yitmekte. Şimdiki andan tarihin öte yanına, geleceğe geçememektedir. Şimdiki andan uzaklaşıp geleceğe uzanması için şiddete, dile gereksinim duyacaktır”[76]. –Dilsiz de ayakta kalabileceğini sandığım Türklerin asıl numarası tarihti, ‘tarih giysisi’ – - dil (türkçe) değildi; kaldı ki yeryüzünde dili olup ‘tarihsel kavram/ aktör’ olamayan, dile sahip binlerce topluluk, halk var(-dı, -r).

Tuğrul beyin çağdaşı Nasıri Hüsrev Divan’ında yazar: “Oğuzlar ile Kıpçaklar Amuderya kıyılarında biten belalı otlar demektir”[77]. “Ot”un iki temel özelliği vardır: 1. Köksüzdür; 2. Yemişsizdir. Bu “ot”ların, bu köksap(rizom)ların, bu “göçebelerin ne geçmişi ne geleceği vardır, ama sadece oluşları vardır (…) Göçebelerin tarihi yoktur (…) Ne geçmişleri ne de gelecekleri olan göçerlerden tarih hiçbir şey anlamadı”[78]. –Tarih Türklerin ‘giysi’siydi.

“Varoluş bellekten yoksundur, kaybolmuşlarla ilgili tek bir anısı bile yoktur. Her yanda varoluş; bitimsiz, fazladan, her yerde ve her zaman varoluş ancak yine varoluşla sınırlanan varoluş! (…) Kökü olmayan bu varlıkların başıboşluğu”nda[79], “gerçekleşmiş bir şey olma imkanına sahip olmayan bir şeyin oluş içinde olması mümkün değildir”se[80] de “oluşun ardında ‘varlık’ yoktur”[81]. “Tarih varolmuş olan birşeyden söz eder”[82]. “Ne dehşet! Ne dehşet!”[83].

                                                                                                 İlyaz Bingül

[1] Roland Barthes, Romanın Hazırlanışı 1, çev. Mehmet Rifat- Sema Rifat, sel y., İst., 2006,
[2] Tzvetan Todorov, Eleştirinin Eleştirisi, çev. Mehmet Rifat- Sema Rifat, İş Bankası y., İst., 2011,
[3] E. Fuat Tekçe, Pazırık: Altaylardan Bir Halının Öyküsü, Kült. Bklğ. Y., Ank., 1993,
[4] Jean-Poul Roux, Orta Asya: Tarih ve Uygarlık, çev. Lale Arslan, Kabalcı y., İst., 2. bs., 2006.
[5] Neriman Görgünay- Kırzıoğlu, Altaylar’dan Tuna Boyu’na Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler), Kültür Bakanlığı y., Ank., 2001.
[6] Jean-Poul Roux, Orta Asya: Tarih ve Uygarlık, çev. Lale Arslan, Kabalcı y., İst., 2. bs., 2006.
[7] Chaliand, Gérard (2001) Göçebe İmparatorluklar, çev. Engin Sunar, Doğan Kitap, İst., 2001.
[8] Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, KaraM y., Çorum, 2. bs., 2006.
[9] Emel Esin, Türklerde Maddi kültürün Oluşumu, Kabalcı, İst., 2006.
[10] Emel Esin, Türklerde Maddi kültürün Oluşumu, Kabalcı, İst., 2006.
[11] İzgi, Özkan Çin Elçisi Wang Yen-Te’nin Uygur Seyahatnamesi, TTK, Ank., 1989.
[12] Artamonov, M. İ., Hazar Tarihi, çev. D. Ahsen Batur, Selenge y., İst., 2004.
[13] Karoly Czeglédy, Bozkır Halklarının Göçü, çev. Günay Karaağaç, Kesit y., İst., 2009.
[14] Faruk Sümer, Eski Türklerde Şehircilik, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İst., 1984.
[15] Talat Tekin, Orhun Yazıtları, TTK, Ank., 1988.
[16] Lev Nikolayoviç Gumilev, Eski Türkler, çev. Ahsen Batur, Selenge y., 2002, 3. bs., İst..
[17] Sencer Divitçioğlu, Kök Türkler, Ada y., İst., 1987.
[18] Lev Nikolayoviç Gumilev, Eski Türkler, çev. Ahsen Batur, Selenge y., 2002, 3. bs., İst s.
[19] Koestler, Arthur (2008) 13. Kabile, çev. Belkız Çorakçı, Plato y., 3. bs., İst., 2008.
[20] Emel Esin, Türklerde Maddi kültürün Oluşumu, Kabalcı, İst., 2006.
[21] Ziya Gökalp, Türk Töresi, Hzl. Hikmet Dizdaroğlu, Kültür Bkl., Ank., 1976.
[22] Hans-Georg Gadamer, Hakikat ve Yöntem I. Cilt, çev. Hüsamettin Arslan ve İsmail Yavuzcan, Paradigma y., İst., 2008.
[23] Claude Cahen, Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, e y., İst., 1979.
[24] Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTk, Ank. 1992.
[25] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ana Yayınları, 3. bs., 1980.
[26] Sencer Divitçioğlu, Ortaçağ Türk Toplumları Hakkında, YKY, 2. bs., 2004 s.
[27] Edouard Chavannes, Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, çev. Mustafa Koç, Selenge y., İst., 2007.
[28] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ana Yayınları, 3. bs., 1980.
[29] Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde, çev. Ceren Çıkın, Birleşik y., Ank., 2010.
[30] Neşri Tarihi I, hzl. Mehmet Altay Köymen, Kült. Tur. Bakl. Y., Ank., 1983.
[31] Aşıkpaşaoğlu Tarihi, hzl. A. Nihal Atsız, Kült. Tur. Bakl y., Ank., 1985.
[32] Cornell Fleischer’le Söyleşi, Tarih ve Toplum, İletişim y., İst., 2010, sayı 11.
[33] E. Fuat Tekçe, Pazırık: Altaylardan Bir Halının Öyküsü, Kült. Bklğ. Y., Ank., 1993.
[34] A. Yaşar Ocak, Sarı Saltuk: Popüler İslâm’ın Balkanlar’daki Destanî Öncüsü (XIII. Yüzyıl), TTK, Ank., 2002.
[35] Ahmet T. Karamustafa, Tanrının Kural Tanımaz Kulları: İslâm Dünyasında Derviş Toplulukları (1200- 1550), çev. Ruşen Sezer, YKY, İst., 2007.
[36] Ahmet T. Karamustafa, Tanrının Kural Tanımaz Kulları: İslâm Dünyasında Derviş Toplulukları (1200- 1550), çev. Ruşen Sezer, YKY, İst., 2007.
[37] İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnamesi, çev. A. Sait Aykut, TKY, İst., 4. bs., 2010.
[38] Abdullah Turhal, Deliler: Osmanlı’nın Muhteşem Süvarileri, Doğan Kitap y., İst., 2011.
[39] Bernard Lewis, İslâm’ın Siyasal Dili, çev. Fatih Taşar, Rey y., Kayseri, 1992.
[40] V. Barthold, Orta Asya TürkTarihi Hakkında Dersler, çev. K. Yaşar Kopraman- A. İsmail Aka, Kült. Bakl., Ank., 1975.
[41] Paul Wittek, Menteşe Beyliği, çev. O. Ş. Gökyay, TTK, Ank., 2. bs., 1986 s.
[42] Michel Balivet, Şeyh Bedreddin: Tasavvuf ve İnsan, çev. Ela Güntekin, Tarih Vakfı Yurt y., İst, 2. bs., 2005 s.
[43] Irene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, çev. Turan Alptekin, Cem y., İst., 1993.
[44] Burcu Alarslan, “Türk İmajının Görsel Yansımaları”, Dünyada Türk İmgesi içinde, hzl. Özlem Kumrular, Kitap yayınevi, İst., 2005.
[45] Jean-Poul Roux, Türklerin Tarihi, çev. Galip Üstün, Milliyet y., İst., 1989.
[46] Abe Kobo, Kutu Adam, çev. Ahmet Gürcan, Remzi K., İst., 1993.
[47] Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, çev. Ahmet İnam, Ara y., İst., 1990.
[48] Edebi metinde kullanımına örnek: Tarık Dursun K., Karanfilli Hikaye, YKY, 2009. ; ve tabii ki Tahsin Yücel’in Türk edebiyatının başyapıtlarından “Bıyık Söylencesi” adlı nefis romanını anmadan geçmeyeyim.
[49] İlyaz Bingül, yayınlanmamış Orta Asya Gezi Günlüğü’nden
[50] Halil İnalcık, Türkiye Tekstil Tarihi, İş Bankası y., İst., 2008.
[51] Özlem Kumrular, Türk Korkusu, Doğan kitap, İst., 7. bs., 2008.
[52] Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası c. 1, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Eren y., İst., 1989.
[53] Suraiya Faroqhi, Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, Ayşe Berktay, Kitapyayınevi, İst..
[54] Abdullah Turhal, Deliler: Osmanlı’nın Muhteşem Süvarileri, Doğan Kitap y., 2011.
[55] Claude Lévi-Strauss, Irk ve Tarih, Metis y., İst., 1985.
[56] Yahya Kemal Beyatlı, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti y., 2. bs., İst., 1984.
[57] Radikal Gazetesi, “Amerikan dergisinden Atatürk’e hakaret”, 01. 04. 2011
[58] Baykan Sezer, Asya Tarihinde Su Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İ. Ü., 1979.
[59] Gilles Deleuze –Felixs Guattari, Felsefe Nedir, çev. Turhan Ilgaz, YKY, İst., 1993.
[60] Henry James, Washington Meydanı, çev. Fatih Özgüven, İletişim y., İst., 1983.
[61] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergah y., 2. bs., İst., 1987.
[62] Sacher Masoch, Kürklü Venüs, çev. Tahsin Yaşamak, Bilgi y., Ank., 1974.
[63] A. Von Gabain, Eski Türkçenin Grameri, çev. Mehmet Akalın, TTK, Ank., 1988. .; ayrıca W. Bang und A. Von Gabain, Türkische Texte II, Berlin, 1929.
[64] Artaud, Antonin (1991) Van Gogh, çev. Ahmet Soysal, Nisan y., İst., 1991.
[65] Sevgi Soysal, (1983) Barış Adlı Çocuk, Bilgi y., Ank., 1983.
[66] Nermi Uygur, Edmund Husserl’de Başkasının Ben’i Problemi, İ. Ü., 1958.
[67] Franz Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları, çev. Kamuran Şipal, Cem y., İst., 2. bs., 1983.
[68] Martin Heidegger, “Hölderlin ve Şiirin Özü”, çev. Turan Oflazoğlu, Çeviri Dergisi, Kült. Bakl., Ank., 1979.
[69] R. Jakobson’dan aktaran Umberto Eco, Açık Yapıt, çev. Yakup Şahan, Kabalcı y., İst., 1992.
[70] Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, çev. Ahmet İnam, Ara y., İst., 1990.
[71] (Kafka, 1983; 150) deyu yanlış(?) künye düşmüşüm, fakat hangi kitap bulamadım –bulacağım.
[72] Ludvig Wittgenstein, Tractatus, çev. Oruç Aruoba, BFS, İst., 1985.
[73] Samuel Beckett, Adlandırılamayan, çev. Nail Bezel, Ara y., İst., 1992.
[74] Umberto Eco, “Yorum ve Tarih”, çev. Yuldanur Salman, Kuram Kitap 3, İst., 1993.
[75] Georges Bataille, Erotizm, çev. Mukadder Yakupoğlu, Bilkamak Basım, 1993.
[76] İlyaz Bingül, “Göçebeden Yerleşikliğe (Anadolulu) Türkler”, Hayalet Gemi, sayı 36, 1997.
[77] aktaran Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun y., İst., 3. bs., 1981.
[78] Gilles Deleuze &, Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam y., İst., 1990.
[79] Jean Paul Sartre, Bulantı, çev. Selahattin Hilav, Can y., İst., 1981.
[80] Aristotales, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, Ege Ü., İzmir, 1985.
[81] Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, çev. Ahmet İnam, Ara y., İst. , 1990.
[82] Jean Paul Sartre, Bulantı, çev. Selahattin Hilav, Can y., İst., 1981.
[83] Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, çev. Sinan Fişek, Dost y., Ank., 1982.
Samanyolu Dalgalanıyormuş ve Çok Daha Büyükmüş



Son yayınlanan bir makaleden öğreniyoruz ki içinde bulunduğumuz Samanyolu Gökadası bir uçtan bir uca 100 000 IY olarak bilirdik ama 150 000 IY olduğu ileri sürülüyor. Ayrıca yine gökadamızın diski düz sanılırdı, halbuki dalgalı yapıdaymış. Bu sonuçlara araştırmacılar dünyadaki tüm meslektaşları ile işbirliği içine yapılmış büyük projelerden biri olan SDSS (Sloan Digital Sky Survey), çeşitli ülkelerdeki 23 bilimsel kurumun (çoğu üniversite) bütçelerini bir araya getirerek 100'den fazla gökbilimcinin projenin her türlü tasarımını hazırlayarak 2000 yılında başladı ve devam etmeue karar verdiler, bu yıl yeni amaçlarla dördüncü evresine giriyor. Bu projeden çok söz edilir ama size iki rakam vereceğim, akademisyenler bu rakamların ne anlama geldiğini bilirler. Proje başladığından bu yana 5 800 makale yayınlandı ve bu yayınlara 245 000 atıf aldı.

Kuzey gökküresinin yarısını kırmızı öte filtrelerde görüntü tarayan projede yıldızların uzaklıklarını çıkarmak olasıydı. Buradan hareketle düz sanılan gökadanın disk düzleminin dalgalı bir yapıda olduğu ortaya çıktı. Gökada merkezinin güneşe göre ters doğrultusunda farklı uzaklıklarda yıldız yoğunluğunu araştıran bilimciler, diskin üstünde ve altında farklı yoğunlukta yapılar buldular. Suya atılan taşın oluşturduğu dalgalara benziyordu. Ayrıca merkezden 60 000 IY uzaklıkta da bir yıldız yoğunluğu buladular. Buradan hareketle Samanyolu'nun bir uçtan bir uca 150 000 IY uzaklığında olduğunu savunuyorlar. Dalgalanma yapısını ise zaman zaman uydu gökadalarını yutan Samanyolu'nun içinden geçerken yıldızları kendine doğru çektiğini gidince de uzaklaşmasından ileri geldiğini ileri sürdüler. Aynı etkiyi gökadamızın içinden geçen bir kara madde bulutunun da yapabileceği öneriler arasında.

23 Nisan 2016 Cumartesi

Sırrı Hala Çözülememiş, Dünyanın En Gizemli Hava Korsanı: D.B. Cooper Efsanesi

Sırrı Hala Çözülememiş, Dünyanın En Gizemli Hava Korsanı: D.B. Cooper Efsanesi

1971 senesinin Şükran Günü arifesinde, ıslak ve soğuk bir çarşamba günü… Portland Uluslararası Havaalanı’ndaki Northwest Orient Havayolları’na ait gişeye gelen 45 yaşlarındaki bir kişi, 20$ ödeyerek Seattle-Tacoma Havaalanı’na gidiş için bir bilet aldı. İsim olarak Dan Cooper adını veren bu zata, saat 4:35’te kalkacak Northwest’in 305 sefer sayılı uçağına 18C numaralı koltuk verildi. Boing 727-100 tipi uçakta 37 yolcu ve 5 mürettebat bulunmaktaydı.Yaklaşık 1.80 metre boyunda ve 80 kg. ağırlığındaki bu kişinin üzerinde koyu takım elbise, kravat, kravat iğnesi ve beyaz gömlek vardı. Fötr şapkalı bu arkadaş koyu renkli bir yağmurluk ve bir evrak çantası taşımaktaydı. Kısa kahverengi saçlı, kahverengi gözlü, sakalsız, beyaz, aksansız konuşan, esmer tenli şahıs uçak havalandıktan bir süre sonra 23 yaşındaki hostes hanım kızımıza bir not verdi. Yalnız seyahat eden beyler genellikle telefon numaraları veya otel oda numaralarını yazdıkları bir kağıdı çekici kabin görevlilerine verdiklerinden, hanım kızımız kağıdı okumadan üniformasının cebine koydu. Hostes bir sonraki sefer yanından geçerken kahramanımız, yanına gelmesi için işaret etti ve kucağındaki çantayı göstererek: “Onu okusan iyi olur, bende bir bomba var.”( “You’d better read that. I have a bomb.” ) dedi. Mutfağa giden hostes hanım 200.000$ nakit para ve 2 takım paraşütten oluşan isteklerinin ve diğer talimatların yer aldığı notu okudu ve arkadaşına okuttu. Olayı pilota bildirdiler. Pilot Sea-Tac hava trafik kontrole, onlar Seattle polisine, onlar da FBI’a haber verdiler. Federaller Northwest Orient’in başkanı Donald Nyrop’ın, Cooper’ın isteklerini harfiyen yerine getirmesini istediler.

Sırrı Hala Çözülememiş, Dünyanın En Gizemli Hava Korsanı: D.B. Cooper Efsanesi

Cooper, hazırlanacak fidyenin seri numaralarının sıralı olmayan, rastgele numaralardan ve 20$’lık banknotlardan oluşmasını istedi. Çünkü 20$’ın altındaki banknotlar ağırlığı arttıracağı (20$’lık banknotlardan oluşan 10.000$’ ın ağırlığının yaklaşık 9,5 kg. ediyordu) için paraşütle atlayışını tehlikeye sokacaktı, diğer yandan 20$’ın üzerindeki banknotlar ise kullanım esnasında dikkat çekecekti. Federaller onun talimatlarına uydular ama yine de her serinin L kod harfi ile başlamış olmasına dikkat ettiler. Ve bütün banknotların resimlerinin olduğu 10.000 adet seri numarasından oluşan bir mikro film kaydı yaptılar.Pilota yer ekibinden gelen “Gelişiniz için her şey hazır.” mesajıyla beraber uçak piste indi. Parayı ve paraşütleri alan ve taleplerinin yerine getirildiğini gören Cooper, 36 yolcuyu ve notu verdiği hostesi serbest bıraktı. (Bu arada hostese verdiği tehdit notunu da, kanıt bırakmamak için geri aldığını belirtmek lazım.)Hava korsanı, kokpit personeline nasıl ve nereye uçacağını belirten talimatları vermek için kabin memurlarının telefonunu kullandı. Yüksekliğin 10.000 feet’i geçmeyecek şekilde ayarlanmasını, kanat flaplarının açısının 15 dereceye sabitlenmesini ve uçuş hızının 150 knot’u geçmemesini söyledi. Kolunda bir altimetre olduğunu belirterek pilotu bu konuda uyardı. Mexico City’ye gitmek istediğini söyledi, ama kokpit görevlileri deponun dolu olmasına rağmen oraya gidilebilmesi için yakıt ikmali yapılması gerektiğini belirttiler. Böylece Reno-Nevada’da ikmal için iniş yapılması konusunda anlaştılar. Ve Seattle’a indikten 2 saat 6 dakika sonra Cooper kalkış için emir verdi.Saat 20:00’de uçuş panelinde kırmızı bir ışık uçaktaki bir kapının açıldığını haber verdi, kıç tarafındaki kargo merdiven kapısı… Pilot dahili telefondan “Senin için yapabileceğimiz başka bir şey var mı?” diye sordu; cevap gayet kısa ve netti: “Hayır.” Ve ondan duydukları son söz bu oldu.20:24’te uçakta hafif bir sarsıntı oldu. Sarsıntının kıç tarafındaki kapının tam açılmasından kaynaklandığını düşünen mürettebat, Cooper’ın atladığını tahmin etti. Pilot atlayış yerini Lewis nehri yakınında, Portland’in 25 mil kuzeyi olarak işaretledi. Ama buna rağmen talimatlar doğrultusunda hareket edip, 22:15’te Reno’ya vardılar.

Uçuş rotası. Kaynak #2

5 dakika bekledikten sonra dahili telefondan seslendiler, yanıt alamayınca kokpitten çıktılar. Cooper gitmişti. Geride yedek paraşütü, 8 adet Raleigh marka sigara izmariti, kravatı ve kravat iğnesinden başka bir şey bulamadılar. Yolculara veya uçuş personeline uymayan 66 adet parmak izi bulundu, lakin bir işe yaramadı.

Kaynak #2

Kaynak #2

Uçağı takip eden 2 adet F-106 savaş uçağına verilen, “Güvenli bir mesafeden takip edin ve birinin atlamasını bekleyin.” emri ise pek faydalı olmadı. Çünkü savaş uçakları düşük hız ve düşük irtifadaki uçuşlarda pek bir halta yaramazlar. Yetkililer kötü hava şartları yüzünden arama faaliyetlerine ancak ertesi gün başlayabildiler. Birkaç hafta süren bu aramalar sonucunda ne hava korsanına, ne de paraşütüne dair bir iz bulunabildi.Derken 10 Şubat 1980’de 8 yaşında Brian Ingramadında bir çocuk, Vancouver-Washington’un 8 km. kuzeybatısındaki Colombia Nehri yakınlarında bir piknik alanında oyun oynarken, 3 deste halinde, 294 adet, 20$lık banknotlardan oluşan 5880$ buldu. Paranın bulunması Cooper’ın atlamadan sağ kurtulamamış olduğu tezini güçlendirdi diye düşünülürken 2008’de Washington’un güneybatısındaki Amboy kasabasında bulunan paraşüt yüzünden işler yine karıştı sayın seyirciler. Dağlık arazide oyun oynayan kızanlar (yine) gömülü halde bir paraşüt buldular. Bulunan bu paraşütle Cooper’ın kullandığı paraşütün renklerinin uyuşması ve atlayış yerinin yakınlarında gömülü bulunması federallerde yeni bir heyecan kasırgasına sebep oldu. Lakin hala aynı tas, aynı hamam…

Kaynak #8

Olayı araştıran federal ajanlardan bazıları kitaplar yazmıştır. Emekli ajan Ralph P. Himmelsbach, Cooper’ın bu uçak kaçırma eyleminde feyz aldığı bazı olaylar olduğu düşüncesinde. Cooper’ın aksiyonundan 2 hafta önce, Air Canada’ya ait ve Montana’ya gitmekte olan bir uçak Paul Cini adında bir yolcu tarafından silahla kaçırılmıştı. Aynı şekilde para ve paraşüt isteyen bu şahıs, paraşütünü takarken silahını indirince uçağın görevlileri tarafından etkisiz hale getirilmişti. Himmelsbach, Cooper’ın planı ana hatlarıyla Cini’den, bombalı çanta fikrini ise eyleminden 6 ay önce vizyona giren Airport filminden almış olduğunu düşünmekte.Bu olayın galaksimize faydaları say say bitmez sayın seyirciler. Mesela konu ile ilgili film yapılmıştır, aynı olay tekrarlanmasın diye kargo kapaklarına cooper kilidikonulmuştur. Hatta parayı bulan Brian Ingram kendisine verilen ödül paralarını bir müzayedede satmıştır.Efenim 38 sene olmuş bu olay gerçekleşeli. Yaklaşık 1200 kişinin incelenmesine, araştırılmasına rağmen fail veya faillerin hala bulunamamış olması; olayın bir fenomen haline gelmesi.

Android telefonların gizli menüsü

Öncelikle Galaxy S5 veya Galaxy Note 3 ile telefon arama ekranındayken *#0*# yazın.

Android telefonların gizli menüsü

Ardından ekrana gelen görüntüyü muhtemelen ilk kez görüyor olacaksınız. Peki bu ekranda neler yapabilirsiniz?

Android telefonların gizli menüsü

Telefonun test aşamasında kullanılan bu kodlar ile birlikte örneğin Red butonuna tıklayarak ekranı kıpkırmızı yapabiliyorsunuz.

Vibration ile birlikte telefonun titreşimini anında hissedebilirsiniz.

LED butonuna tıkladığınızda telefonunuzun LED ışığı yanar ve farklı renklere dokundukça geçiş yapabilirsiniz.

Touch ile birlikte telefonun dokunmatik arayüzünün hassasiyetini görebilmeniz mümkün.

Speaker ile birlikte ise telefonun ses kalitesini ölçebiliyorsunuz.

MegaCam ile kameranızı açabilirsiniz.

Bu tuşlardan herhangi birine bastıktan sonra geri dönmek isterseniz tekrar ekrana dokunmanız yeterli.

Android telefonların gizli menüsü

İşte telefonlarda kullanabileceğiniz pek de bilinmeyen diğer kodlar... (Kodların tüm Android telefonlarda çalışmayabileceğini de hatırlatalım)

IMEI Numarası görüntüleme: *#06#

Sistem boşta modu: *#9900#

Yazılım ve donanım bilgisi görme: *#12580*369#

RAM Bellek versiyonu görüntüleme: *#*#3264#*#*

Dokunmatik ekran versiyonu görüntüleme: *#*#2663#*#*

Servis modunu aktive etme: *#*#197328640#*#*

Alan testi: *#*#7262626#*#*

Ses test etme: *#*#0289#*#* veya *#*#0673#*#*

Format atma: *2767*3855#

Fabrika ayarlarına geri dönme: *#*#7780#*#*

Titreşim ve arka ışık testi: *#*#0842#*#*

Wifi test etme: *#*#232339#*#* veya *#*#528#*#* veya *#*#526#*#*

Detaylı kamera bilgisi görme: *#*#34971539#*#*

SUSKUNLUK (SESSİZLİK) SARMALI NEDİR? Suskunluk Sarmalı Alman bilim kadını  Elisabeth Noelle Neumann  tarafından geliştirilen bir kuramd...