25 Ocak 2016 Pazartesi

Türkçenin Anadolu Serüveni


Türklere ve Türkçeye karsı olumsuz tutum,Emevi ve Abbasi devletleri zamanında baslamıstır. Bu dönemlerde Suubiye hareketleri en üst seviyeye çıkmıstı. El-Cahız Türklerin faziletlerini anlattığı ve onları övdüğü Fezailü’l Etrak adlı eserini yazmıstır. Hatta Divanü Lugat’it Türk’ün yazılma zemini Arap ve İranlıların Türklere karsı olumsuz tutumlarının olusturduğunu,Kasgar’dan Bağdat’a gelen Kasgarlı Mahmut’un bu durumdan etkilenerek eserini yazmaya basladığını düsünebiliriz. Arapların Türklere karsı olumsuz tutumunun Memluklar döneminde de devam ettiğini görmekteyiz. Arap asıllı din bilginleri böyle bir halka mensup hanedanın iktidarının mesru olmayacağı ideolojisini alttan alta yaymıslardır(Develi, 2002).Selçuklu sultanları öz be öz Türk olmalarına rağmen, İslâm dinine sarsılmaz bir iman ile bağlanmaları, halifelere Anadolu’nun hızla Türklestirilmesi için boylar hâlinde göç ederek gelen Türkler kenar semtlere yerlestirilmis, onlara toprak verilerek geçimlerini tarımla sağlama imkânı sunulmustu. Savas zamanında Selçuklu sultanlarının yanında olan Türk asiretleri normal zamanlarda tarım ve hayvancılık ile uğrasmaktaydılar. Islama karsı sonsuz itaatleri onların Arap kültürünün etkisine girmesine neden olmustu. Bastırdıkları paralarda halifelere duydukları itaati ifade ediyorlardı. Halkın dilinin, medrese eğitiminin Türkçe olmasına rağmen, medresede ilk önce Arapça öğretilmekte ve daha ileri zamanlarda da Farsça verilmekteydi. Böylece Türkçenin yanında medreselerde Arapça, Farsça okumus, bu dilleri bilen aydınlar topluluğu sehir halkını meydana getiriyordu. Bu entel zümrenin anadilleri Türkçeydi. Evde, aile arasında, çarsıda, pazarda Türkçe konustukları, Türkçe anlasıp birlestikleri halde kendilerini Türk saymıyor, sehirli biliyordu, onlara göre Türk, sehrin dısında köyde, obada, kıslak ve yaylak, yarı göçebe hayat süren, geçimini daha çok hayvan besiciliği, çift-çubukla sürdüren Türkmenlerdi. Bunlar, sehirlinin nazarında okuyup yazmasını bilmeyen, giyimi, kusamı, konusması ile kaba-saba insanlardı.(Önder, 1993)Türklerin ve Türkçenin bu kadar horlandığı, küçük görüldüğü bir dönemde,Karamanoğlu Mehmet Beyin 13 Mayıs 1277 tarihinde Türkçe ile yayınladığı fermanı köylü Türklerin sehirli Türklere baskaldırısı olarak yorumlanmaktadır (Önder, 1993).Türkçenin yavas yavas itibar kazanması beylikler döneminde olmustur. XII.yüzyılın ortalarından itibaren, Moğol baskısı yüzüden sürekli olarak batıya doğru akan Oğuz kitleleri, Anadolu’daki Türk nüfusunun artmasına ve önceden burada var olan edebî geleneklerin yeni gelenlerle beslenerek dahada zenginlesmesini sağladılar. Artan nüfusun karsısında Türkçe, Farsça karsısında gittikçe kendini kabul ettirmeye ve Farsçanın hakimiyetine sonvererek bir yazı dili olarak yavas yavas filizlenmeye
basladı (Özkan,2004).Halkın sayısının fazla olması, dinî hayatın sosyal hayata hakim olması, dinî hayatı öğretecek eserlerin yazılmasının kaçınılmaz olması Türkçenin itibarını kazanmasına zemin hazırlamıstır. Beylikler döneminde Türkçenin kendisini bulması için ortak zeminin yavas yavas olustuğunu görmekteyiz.Bir çok bey bizzat emir vererek sairlerden Türkçe eser meydana getirmelerini ya da tercüme etmelerini istemistir.

Germiyan Beyi Süleyman Sah basta olmak üzere Osmanlı Sultanı II. Murat Han ile Umur Bey bunların basında gelmektedir. Türkçeye tercüme edilen eserlerin bile dilini beğenmeyerek ikinci defa tercüme edilmesini isteyen, hatta Karamanoğlu İbrahim Beye sevdegname olarak bilinen meshur yemini Türkçe olarak yaptıran II. Murat Hanın Türkçeye olan hizmeti pek fazladır (Yavuz, 1983). Türkçe Anadolu’da itibar kazanmasına rağmen bu çok da kolay olmamıstır.On dördüncü yüzyılda yasayan ve Garipname adlı mesneviyi yazan Asık Pasa (Aktaran Yavuz,1983) bu eserinde: Türk diline kimseler bakmaz idi 
Türklere hergiz gönül akmaz idi,
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri
(Kimse Türk diline değer vermez, Türklere asla muhabbet duymazdı,Türklerin kendileri dahi, kendi dillerine değer vermez, ince ve uğrasılı bu dili iyi kullanmazlardı)

Yine aynı yüzyılda Süheyl ü Nevbahar (Dilçin, 1991) adlı eseri yazan Hoca Mes’ud Türkçe için;

Bu bir nice beyti düzünce benim
Haceletten eridi yarı tenim
Ki bir ehl kisi eger okuya
Rekîkini anlaya ve kakıya
Diye hiç terkip bilmez imis
Söz içinde tertîp bilmez imis

(Bu kadar beyti yazınca, anlayan bir kisi çıkar da bu eserde niye hiç tamlama kullanılmamıs, bu sair hiç yazıyı düzene sokmayı bilmiyor diyerek bende kusur bulur korkusu ile utancımdan tenimin yarısı eridi.)

Hâlbuki gerek Âsık Pasa’nın yazmıs olduğu Garipname adlı eser ve gerekse Hoca Mesud’un eseri Türk Edebiyatı açısından bulunmaz bir hazine seviyesindedir, bunlar Türkçenin kendini bulduğu, halkın anlayacağı dildeve seviyede yazılmıs muhtesem eserlerdir. Bu eserler Türkçenin gelisimine zemin hazırlamıs, Türkçenin edebiyat alanında kullanılmasına ön ayak olmustur, fakat bu güzel eserleri meydana getiren sairler, bu isi kolaylıkla yapmamıs, herkesin Türkçe yazmaktan çekindiği bir zamanda bütün elestirileri de göze alarak kendi ana dillerinde eser meydana getirmistir.

Yine on besinci yüzyıl sairlerinden Sarıca Kemal (Aktaran Dilçin,1991)Türkçe için:

Bu Türkî dil be-gâyet sert dildür
Söz ehli isbu dilden key hacîldür.

diyerek dilin sanat dili olarak gelismediğini, bu yüzden de sair ve yazarların bu dili kullanmakta hem zorluk çektiklerini hem de utandıklarını dile getirmistir.On besinci yüzyıla gelindiğinde iki farklı bölgede, iki farklı sesin aynı yüreklilik ve duygu ile aynı seyleri söylediklerini görmekteyiz. Türk dünyası edebiyatının en büyük sairlerinden Ali Sir Nevai ile sairliği onun kadar büyük olmasa bile kendi halinde fikirlerini dile getiren Kaygusuz Abdal Türkçeye karsı aynı bilinçle sarılmıs, Türkçenin yüceliğini dile getirmislerdir. Muhakemetü’l- Lugateyn adlı eseri meydana getiren Nevai Türkçenin en büyük savunucuları durumuna gelmis, Türkçenin Farsçadan daha ince derinliklerin bulunduğu söyleyerek:

Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri, güzel sanarak Farsça siir söylemeye özeniyorlar. Türkçede bunca zenginlik dururken bu dilde siir söyleminin hüner göstermenin daha yerindeve daha kolay olacağını anlar, Türk dilinin zenginlik ve genisliği bunca delillerle sabit olduktan sonra da lazımdır ki bu halk arasında yetisen sanat adamlarını, öz dileri dururken özge dillerle siir söylememelidir. (Banarlı,1987)

Ali Sir Nevaî ile aynı fikri savunan Alanyalı Kaygusuz Abdal, Gülistan(Güzel, 2002) adlı eserinde Türkçeye sahip çıkarak Türkçenin derinliğinin Hz.Adem’e kadar dayandığını dile getirmektedir.

Hak buyırdı Cebrâil’e var didi
Âdem’i cennet içinden sür didi
Geldi Cebrail Âdem’e söyledi
Hak buyrugunu âyân eyledi
Cebrâil didi, çıkgil Uçmag’dan Âdem
Tanrı’nın buyrugu budur is bu dem
Nice ki söyledi Âdem gitmedi
Cebrâil’in sözüni isitmedi
Türk dilin Tanrı buyurdu Cebrâil
Türk dilince söylegil dur git digil
Türk dilince Cebrail hey dur, didi
Duru-gel Uçmag’ın terkin ur didi,

Kaygusuz Abdal ilk insan olan Hz. Âdem’in Türkçeyi bildiğini veTürkçeden anladığını, bu dilden anladığı için cennetten çıktığını söylemek istemektedir.Yavuz (1983)

XIII-XVI Asırda. Türkçe eser veren sairlerin Türkçe yazman edenlerini birkaç baslık altında toplamıstır:

- Devlet adamlarının ve beylerinin doğrudan doğruyaTürkçeyi korumaları ve eserlerini Türkçe yazmaya zorlanması ve öğrenme istekleri,
- Tarikat büyüklerinin halkı irsat için Türkçe yazıp söylemeleri
-Türkçe eser vermekle mensubu bulundukları millete ilim yönünden hizmet etme, hayır dua ile anılma ve unutulmama düsüncesi,
-Tercüme arzusu yanında Tatarca ve Kırım Türkçesini beğenmeyerek bunları Anadolu Türkçesine çevirme gayretleri,
-Meslek gayreti,
-Mevzuda yeni vadiler arama,
-İbret için eser yazma,
-Türkçecilik suuru ile eser verenler

Türkçeye karsı süpheli yaklasımın bazı siirlerde yavas yavas bilinçli baskaldırıya, isyana dönüstüğü görülmektedir. XVI. Yüzyıl mahallîlesme hareketlerinin ön plana çıktığı, sairlerin halkın dilini, kültürünü daha iyi anlayıp benimsedikleri devir olmustur. Necati Bey ile baslayan halkın dilini ve kültürünü divan siirine yansıtma yaklasımı, Türki-i basit akımı ile zirveye çıkmıstır. Köprülü’nün (1986) millîlesme hareketi olarak gördüğü ve “acaba bu cereyan ne gibi tarihî amillerin tesiriyle doğdu, Türki-i basit ile yazan baska sairler de oldu mu?” sorusunu sorduğu bu hareketin alt yapısında, dili,kültürü hırpalanmıs, merkezin dısında kalan sairlerin edebiyat dünyasına hızla girdiklerinin göstergesi olmustur. Nihal Atsız (1934) bu dönemi dilde milliyetperverliğin ön plâna çıktığı devir olarak nitelendirmistir. Andrews(2000) Türkî-i basit diye bilinen bu girisimden bugüne yalnızca Edirneli Nazmî’nin 286 siiri kaldığını söylemektedir. Bu girisim çoğu zaman Türk millî ruhunun veya Türk millî dilinin yabancı bir edebiyat geleneğinin tahakkümüne karsı baskaldırısı olarak nitelenir, diyerek dilde ki milliyetçiliğin bazı kesimlerce içsellestirildiğini göstermektedir. Mermer(2006) ise Edirneli Nazmî’de görülen sade Türkçe ile yazılan siirlerin divan edebiyatında ilk defa ortaya çıkmıs manzumeler olmadığını, az da olsa bazı sairlerin divanlarında bu tür siirlere rastlandığını, XV. yüzyılda KaramanlıAyni, XVI. yüzyılda Kütahyalı Rahimî’de bu tarz siirlere rastlandığını söylemekte, Türki-i basit hareketinin bir Türkçecilik akımı, Arapça ve Farsçaya karsı bir tepki ve sanat hareketi olmadığını, bunun divan siirinin gelisme çizgisinde mahallilesmenin önemli bir yansıması olduğunu dile getirmektedir.

Fakat XV ve XVI. yüzyıllarda yasamıs bazı sairlerin siirlerine baktığımızda sairlerin dile karsı tutumlarının yansımadan ziyade bilinçli bir karsı çıkısı,fikir yürütmeyi, Arapçaya karsı körü körüne bağlanmanın anlamsız olduğu düsüncelerini görmekteyiz, bu ortamın yavas yavas Türki-i basit hareketinde bir tepki olarak dısa yansıdığını sezmekteyiz.XV. Yüzyılda Âsık Pasanın Garipname’sinde lafzın değil mananın önemli olduğunu gösteren beyitlere rastlamaktayız ki burada Arapça ve Türkçe yazmanın bir farkı olmadığını, önemli olanın manasının zenginliği olduğu dile getirilmistir.

Kamu dilde var-durur ma’nî sözi
Görene gizli degil ma’nî yüzi
Ma’ni ehli ma’nanun kadrin bilür
Kanda kim bulsa ana ragbet kılur
Çok acâyip çok garâyip kimseler
Söylenür dilde neler vardur neler
Ma’ni bir dilde sanmam söz hemân
Cümle dille anı söyler bî-gümân
Cümle dilde söylenen ol söz-durur
Cümle gözlerden gören ol göz-durur

Sair yukarıdaki beyitlerde, her dilde mana sözünün bulunacağını, gören göz için mananın gizli olmayacağını, mana ehlinin mananın kıymetini bildiğini,manayı bulabileceği seylere değer vereceğini, bazı garip kimselerin lafzı ön plana çıkarak söylediklerini, mananın bir dilde değil bütün dillerde olduğunu, herkeste göz olduğu gibi her dilde söz, mana olduğunu dile getirmistir.Yine XV. asırda Devletoğlu Yusuf da Vikâye Serhi(Aktaran, Yavuz, 1983)adlı eserinde Asık Pasa gibi düsünmektedir.

Bu kitâbun dahı lafzı Türkîdür
Kendünden alimleri ürküdür
Lîk çün ma’nî-durur maksûd heman
Türkî dilince n’ola olmaz ziyân
Türkîdür ders-i müderrisler ahı
Hem muhaddisler müfessirler dahı
Bu Hanîfe kim odur sahib-usûl
Ma’nîdür Kur’an didi bir kavlde o
Pârisice Kur’ânı câyiz gördi pes
Kim namazda okısan kılsan heves
Öyle olsa her ne dilce olsa ger
Lafz âlet ma’nî olur mu’teber

Sair eserinin dilinin alimleri ürküten Türkî dilinde yazdığın, kastının manayı dile getirmek olduğunu, bunu Türkçe yazma ile mananın kaybolmayacağını,bu dönemde müderrislerin, müfessirlerin, muhaddislerin Türkçe ders verdiğini, bir konuda hüküm verme yetkisine sahip Ebu Hanife’nin bir sözünde mananın önemli olduğunu, Namazda bile olsa Farsça Kur’an okunmasının caiz gördüğünü, bu durumda mananın lafızdan daha muteber olduğunu dile getirmektedir.
On besinci yüzyılda Kaygusuz Abdal Dilgusa (Güzel, 2002)adlı eserinde:

"Ey dervis, mî-danî, mî danî dir durursun
Sen hiç Türkîce bilmez misin"

diye isyan etmis, yine aynı eserinde, biz dillerden Türk dilin biliriz, bu dil dünya durdukça duracaktır ve bu dili herkes öğrenecektir, diyerek Türkçenin her zeminde ve her yerde var olacağını, bunu bütün insanlığın öğreneceğini dile getirmistir.Aynı sekilde on altıncı yüzyıl sairlerinden olan ve Türkçeyi Yunus Emre tarzında kullanan Naksi Ali Akkirmani, Gavriyye (Ulas, 1997) adlı mesnevisinde dil hakkında bilinçli bir yaklasım dile getirmistir. Akkirmanî,diller arasında bir farkın olmadığını, sadece Kur’anı Kerim’in Arap dili ile indiği için Arapçanın diğer dillere üstünlüğünün olduğunu, bu yüzden onun tercih edildiğini, insan isteklerini hangi dilden yaparsa Allah için bir fark olmayacağını, çünkü onun bütün dillerden anlayacağını dile getirmekte ve buna örnek vermektedir. Sair örneğinde, iki kisinin bir çok dilden anlayan bir sahtan bir istekte bulunmak için birisi Arapça, birisi Türkçe olmak üzere iki beraat yazıp padisaha sunmalarının padisah için bir fark olmayacağını ve onların muradını yerine getireceğini söylemekte, ilahî olan dört kitabın da dillerinin farklı olduğunu söyleyerek Arapçanın Kuran dili olması nedeni ile muteber bir dil olduğunu fakat eserini Arapça yazmamasının da çok önemli olmadığını dile getirmektedir.

Cümle dil kim var durur ey sahriyâr
Birbirinden var mıdur farkı ey yâr
Kim demisler cümleden efdal Arab
Bir degil mi Hak katında cümle hep
Gerçi birdür cümle diller ey aziz Lâkin aslın ideyin
eyle temîzLîk gelmekde Arabda sâh-ı dîn
Bir degildür cümle diller pes hemîn
Hem kelâm-ı Hakk’ı gör ki bî-gümân
İs bu dilden nâzil oldu ol hemân
Bu sebepden eyleriz tercîh anı
Kim kalanı ten durur ol dil cânı
Hem anundur cümle diller ey ahî
Ol durur kim misli yokdur bir dahı
Cümle dilde âlim-i dânâdur ol
Her ne dilden olsa varur ana yol
Sen hemân ilmîn oku ey sehriyâr
Kangı dilden arz idersen ol duyar
Aydalım imdi ana biz bir misâlLîk andan anlayup bir hisse al
İki kisi bir sehden itseler murâd
Yazsa âhir anlara bir beraat
Bilse ol seh cümle dilden ey azîz
Okudukda eylese anı temîz
Birine yazsam Arapça bî-gümân
Birisine Türkçe yazsam pes ıyân
Virseler âhir ana ey sehriyar
ikisin de okuyup bilsem ne var
Anların virse murâdun cümle hep
Fark olur mu bunda pes ey bî-edep
Dört kitabın sen dilinden al haber
Kim olarla sened oldu bahr u ber
Yohsa bir dil mi vü yohsa gayrı o
Ben dediğim gibi değilse öte ko
Hall-i müskillerin bunda i yâr
Ger idersin fehmin anun asikâr
Kim zamana her ne dil kim söyledi
Emr-i Allah anun ile eyledi
Ger Resûl u ger ola Kur’ân i yâr
Ol dil ile nâzil oldu her ne var

Sonuç:Kavimleri millet yapan unsurların basında toprak gelmektedir. Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkır çölleri kabına sığmayan Türklere vatan olma niteliklerine sahip değildi, toprağın olmadığı yerde milletin bir arada durması zor olmustur. Genis coğrafyaya dağılan milletler kendi dillerini koruyamaz olmus ve sivelerde hızlı bir artıs meydana gelmistir. Aynı zamanda yeni bir din ile tanısma ve o dinin gereklerini yerine getirme çabası,bireylerin kendi anadillerine karsı soğuk davranmalarına sebep olmustur.Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen halkın destanları, hikayeleri, mani ve türküleri dillerini canlı tutmasını sağlamıs ve yavas yavas gelisen bu dil devlet kurma kabiliyeti olan kisilerin ortak bilincinde yer edinince dünya üzerinde hak ettiği yeri almayı basarmıstır. Osmanlı Devleti’nde edebiyat ve bilim dili Türkçe olmustur. Osmanlı Devleti çok uluslu, çok dilli bir tebaadan olustuğu için bu ortamda dil milliyetçiliği yapmak pek mümkün olmamıstır. Balkanlarda, Bosna’nın batı sınırlarından Karadeniz kıyısına kadar uzanan kusağın batısında Sırpça, Hırvatça, Bosnakça; doğusunda Bulgarca-Makedonca olarak ayrılan ve sayıca baskın bir Slav dilleri topluluğu, sayıca daha az olsa da kültürel olarak önemli bir yer tutan Yunanca; daha dar, ama baska dillerle karısmadan yasayan Arnavutça ve Rumence; küçük ve dağınık kümeler hâlinde yasayan Yahudi İspanyolcası,Arumen dili ve Çingenece konusulmakta idi. (Lory, 2002) Yine Arapça,Çerkezce, Abazaca, Lazca, Gürcüce, Süryanice, Kürtçe, Ermenice konusulmustur. Öte yandan merkezin bir dili vardır, bu dil merkezinin kimliğini olusturan unsurlardan biri olarak kendi doğal sürecinde gelismektedir. Osmanlı Devleti’nin merkezinin dili Türkçedir ve merkeze doğru yaklasan her birey bu dili edinmek zorundadır.(Develi, 2006) Çok dilliliğin hâkim olduğu bir ortamda tek dil üzerine yoğunlasmak imkânsız olmustur.On birinci yüzyıldan sonra İslamiyet bütün Türkleri kapsayan bir din hâline gelmisti. Bir milletin dinini değistirmesi hayata bakıs tarzını, kültürünü,ufkunu farklı biçimlerde gelistirmistir. Belki daha fazla dindar olmaları daha fazla üreten, sağlıklı düsünen, devletler kuran topluluklar olmalarını sağlamıstır. Fakat dillerini kaybetmemeleri, kimliklerini kaybetmelerini engellemistir. Arabistan’da, Mısır’da yasayan ve dillerini kaybeden ve belki de daha çok Müslüman kimliğine sahip bireylerden Türk diye bahsetmemize imkân yoktur. Tüm olumsuz sartlara rağmen Türkçeyi koruyan, kollayan ve onu masallarda, ninnilerde, türkülerde yasatan Türk insanı bugün bütün benliği ile Türkçeye sahip çıkmak zorundadır.



                                                                   Suat UNGAN


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SUSKUNLUK (SESSİZLİK) SARMALI NEDİR? Suskunluk Sarmalı Alman bilim kadını  Elisabeth Noelle Neumann  tarafından geliştirilen bir kuramd...