Osmanlılarda
Afyon ve Esrar Kullanımı:

Osmanlı
döneminde afyona ‘tiryâk’, afyonu kullanana ise ‘tiryâki’
denirdi. İstanbul’da esnâf-ı bengciyan adı verilen bir sınıf
bulunuyordu. Bunlar Süleymaniye semtindeki Tiryâkiler Çarşısı’nda
yer alan dükkânlarda şurup, macun, levha gibi esrar ihtiva eden
müstahzarlar hazırlayıp tiryâkilere satıyorlardı.
Abdulaziz
Bey, Dersaadet halkının yüzde sekseninin afyon kullandığına ve
cami ve tekkelerde bulundukları zaman bile ceplerinde taşıdıkları
kutulardan hap halinde yapılmış ‘gıda’ olarak tabir ettikleri
afyonu çıkarıp
kullandıklarını
ve afyon kullanımında tam bir serbestlik olduğunu belirtmektedir.
Öyle ki, bazı Anadolu kentlerinde içine afyon ya da buna benzer
maddeler konan ‘berş’ satışı bir gelir kaynağı idi.
18.
yüzyılda afyon üretimi öyle bir noktaya geldi ki, afyon gibi
maddelerin ihracatı yapılmaya bile başlanmıştı.
Öyle
ki, bu dönemde afyonun ekimi, yetiştirilmesi ve hasadı konusunda
halkı aydınlatmaya yönelik zirâî bilgilere dayalı layıhalar
dahi yayınlanmıştır.
Yine
1584 yılında afyona olan eğilimi bilinmesine rağmen Özdemiroğlu
Osman Paşa sadrazamlığa getirilmişti.
Abdülaziz
Bey’in anlattıklarına göre İstanbul’da afyon tiryâkilerinin
pek çoğu Süleymaniye Camii Şerifi karşısında ve medresenin
altında otuz beş dükkândan ibaret sıra kahvelere devam ederdi.
Her biri ancak on beş kişi alabilen bu kahveler her gün ağzına
kadar tiryâkilerle dolardı. Bu tiryâkilerin bir kısmı vaktiyle
esnaflık yapmış ihtiyarlayınca işten çekilmiş , bir kısmı da
vezirlerin ve valilerin maiyetinde taşrada gezmiş , yaşlandıktan
sonra evlerinde oturan kimselerdi.
Bunun
dışındaki afyon tiryâkilerinin büyük çoğunluğunu da
gençlikleri zamanında içki düşkünü oldukları halde son
zamanlarında içkiyi terk edip kendilerini avutmak ve neşelerinin
temin etmiş olmak için afyon kullanan kesim oluşturmaktadır.

17.
yüzyılın başlarından Tanzimat’a kadar geçen süre içinde
İstanbul’da afyon kullanmayan ilmiye mensubu hemen hemen yok
gibiydi.
Evliya
Çelebi, Afyonkarahisar’da sadece esnafın değil, kadınların da
afyon kullandıklarını şaşkınlıkla ifade etmiş ,
Afyonkarahisarlı erkeklerin kendileri gibi afyon içen karılarına
katlanamadıkları için kahvehanelerde vakit geçirmeye
başladıklarını ve stoklarını da civar bölgelerden temin
ettiklerini belirtmiştir.
Afyon
ve esrar gibi uyuşturucu kullanmak zamanla kahvehanelerdeki
etkinliklerden biri haline gelmişti. 1670 yılında İzmir civarını
dolaşan J. Covel adlı bir İngiliz din adamı ‘afyoncu olan yaşlı
bir kahvehane sahibi’ne değinmektedir.
IV.
Murad’dan önce hiçbir padişah afyondan yana olmaya da, afyona
karşı olmaya da cesaret edememişti. Fakat IV. Murad fazla dozda
alındığı takdirde bu maddenin insanı sarhoş ettiğini öğrenince
afyonu bütün tebaasına anında yasak ettirdi. Bu ilk kurbanı ise
Hekimbaşı Emir Çelebi olur. IV. Muradın Bağdat seferi sırasında
yanında olan Emir Çelebi yanında taşıdığı afyon macununu
gizli gizli kullanmakta idi. Bu durum padişaha bildirilmiş ve
padişah da Emir Çelebinin elbisesinin altında sakladığı afyon
macunun bularak hepsini yedirtmiş ve o günün akşamı Emir Çelebi
komaya girerek ölmüştür.
IV.
Murad’ın ölümünden sonra afyon kullanımı iyice yayılmaya
başlamıştır. Afyona mercimekten daha küçük bir miktarla
başlanır, yavaş yavaş iri fındık büyüklüğüne kadar
yükseltilir. Zamanla birkaç misline çıkaran, bu kadar afyonla
bile yetinemediği için içine ‘ak sülümen’ denen zehri
koymaya mecbur olan tiryâkiler vardır.
Bunun
dışında afyonun tütünle karıştırılarak nargileyle de
içildiği gibi sıvı halinde de içildiği görülmüştür.
Ayrıca
kahvehanelerde tiryâki müşterilerine kahveden evvel bir fincan
afyon şurubundan vermek adetti.
Abdülaziz
Bey bir afyon tiryakisinin günlük yaşamını şöyle anlatır:
“Afyonun
kötü tesiriyle çok zayıf, çelimsiz ve çoğu da ihtiyar
olduklarından en ufak bir gürültü ve şamatadan ürküp, telaşa
düştükleri için afyon kahvelerinde çok sakin, sessiz oturulur,
her türlü hareketten kaçınılırdı. Süleymaniye’deki Tiryaki
Çarşısı halkı gece ikilere kadar bu kahvelerde otururdu. Evi
uzak olduğundan erken gitmeye mecbur kalanlar arkalarında ufak
zembil, ellerinde bir değnek, ufak muşamba fenerle suratları asık,
gözleri uyur gibi, benizleri soluk, sesleri kısık, düşkün bir
halde kızgın ve öfkeli bir tavırla kahvehaneden çıkarlardı…Uzun
bir yolu olan fakat bu müddet zarfında da afyonsuz ve kahvesiz
duramayan tiryakiler tenhada münasib virane bir köşe bulup
zembilini indirir, zembiline koymuş olduğu ufak tahta parçaları,
kuru yaprak ve çırayla bir ateş yakar, yine zembilinden cezve ve
fincanını çıkarıp kahve pişirir, kahve ile bir de afyon
yutar, keyfini yeniler, sonra da yine güçlükle yoluna devam
ederdi.”
Afyon
tiryâkileri sarhoşlar gibi öteye beriye sataşma, ellerine taş
alıp atma gibi davranışlarda bulunmazlardı. Bu tip insanlar
genellikle yaşlı ve halsiz, bitkin oldukları için onların
kızgınları herkesin hoşuna giderdi. Hatta çocuklar bile yolda
rastladıkları tiryâkilere takılmayı âdet edinmişlerdi.
Tiryâkiler,
Ramazan ayında afyonu macun haline getirir, macunu iki üç kat
kâğıda sararak sahurda iki üç tane yutarlarmış . Böylece
kâğıt mide öz suyunda eriyince macun midede dağılır ve birkaç
saatliğine keyif devam edermiş . Ancak bu planın yolunda
gitmediği, afyon kâğıdının zor parçalandığı yahut kana
karışması geciktiği durumlarda tiryâki krizlere girer ve dış
dünyadan âdeta kopuverir. Afyonu patlayıp kana karışıncaya
kadar da farklı tepkiler verir. Konuşulan veya yapılan şeye uygun
karşılık verilmeyen, anlama ve algılamada geciken durumlarda
‘daha afyonu patlamamış’ deyimi kullanılması da bundandır.
Ramazan
aylarında ayyaşlar iftarda şarap yerine afyon şurubu (ber )
içerlerdi. Afyon tiryâkilerin hayâl âlemi içinde söyledikleri
sözlere cahil halk ‘keyif ve keramet’ kıymeti verirler, derviş
kılıklı tiryâkileri ise evliyâ yerine koyarlardı.
Afyon
tiryâkiliğinin endişe verici şekilde yayılmasının ardından
hükümet 1723’te Şeyhülislâmdan fetva alıp afyon tiryakiliğini
yasak ilan etmeğe mecbur kalınmış , ne kadar afyon tiryâkisi
varsa hepsi değişik yerlere sürülmüştür.
Osmanlı
Devleti dönemindeki uyuşturucuların başında esrar gelmektedir.
Zaman zaman yasaklanmış ve kullananların idamı için çeşitli
fetvalar alınmışsa da elde edilmesi ve kullanılması hiçbir
zaman tam olarak önlenememiştir. 17 ve 18. yüzyıllarda esrar
kullanımı bir hayli artmış , küberâ ve ileri gelenler
tarafından da gizlice kullanılmıştır.
Osmanlılar
döneminde esrara değişik isimler verilmiştir. Halk
arasında‘maslak’ diye adlandırılan esrarın bunun dışında
kullanılan isimleri şunlardır: “keyf, fino, gonca, sarı kız,
kaynar, antin, yunan, duman, gubâr, paspâl, hanteri , kabza, hurde,
diş, hindi baba, dalga, haşi , zâbıt duymaz, nefes, kırma, hûd,
yuf, dem, dûd-ı siyâh, kara biber, fülfül.”
Esrar
içmeye mahsus yerler açılmış ve sayıları oldukça çoğalmışsa
da bunlar kahvehaneler gibi her yerde olmayıp, serbest de değildi.
Esrarkeşler
arasında esrar kahvelerinde ‘tekke’ denilmektedir. Abdülaziz
Bey’in bildirdiğine göre esrarkeşler daha çok Aksaray’ın
tenha yerlerinde ve Tahtakale’de bulunuyorlardı.
Esrarkeşlerin
en önemli özelliklerinden biri, esrarı birden çok kahveyi
dolaşarak içmekti. Esrar genellikle nargile ile içilirdi. Esrara
mahsus nargileler bulunmaktaydı. Nargilenin gövdesi Hindistan
cevizinden olur, marpucu yerine de yarım arşın uzunluğunda bir
kamış takılırdı. Nargile yere konulur, kamış elde tutularak
içilir, birkaç nefes çeken adam yanındakine verir, sıra ile
içerlerdi.
Hasan
Bahri esrarkeşlerin meclisini öyle anlatır: “Nargile, tavla,
basdır, ateşle yak! İşâretleri üzerine hazırlanır. Nargile
yani kabak, ocakçı tarafından ince fasılalarla çekerek
alışdırılır. yice yandıktan sonra tamam bir nefes çeker sonra
nargileyi takdim eder. Meclisde bulunanlara sıra ile ocakçı
tarafından dolaştırılarak diğerleri de çakarlar. Nargileyi
bekleyen bazı kalenderler de sabr u takâtı kalmadığından
intizârın şiddetli âteşi içinde feryâd ederek okurlar:
‘Dem
demi Haydar, sahib-i kalender, münkîre tir, yezide hançer, ârife
şeker, yuf yezide, çiksun iki gözide, dem olsun zem’
Bu
sırada esrârîlerden biri kabağı çekeceği sırada yuf deliğini
açup nargilenin dumanını boşaldup nargilenin kamışını ötdürür
ve söyler:
‘yak,
yuf, yuf yezide, nargilemizi içün veli, içmeyen deli, pirimiz Hacı
Bektaşi Veli, yuf…’ der çeker.”
Osmanlılarda
esrar sarhoşlarına ‘hayran’ denilirdi. Hayran olanlar
uyuşturucunun verdiği rehâvet ile donuk donuk, sanki görmüyormuş
görse de farkına varmıyormuş gibi bakarlardı.
Esrar
içenler yüksek sesle kahkahalarla gülmeye başlar, kendi kendine
bir sürü anlamsız sözler söyler, arada bir sebepsiz hiddet
fırtınalarına kapılır ve gülünç duruma düşerlerdi. Kibarlar
da nedimlerine ve dalkavuklarına içine esrar koydukları yaş veya
kuru incir yedirir, bunun sebep olduğu garip ve tuhaf hallerine
bakarak eğlenirlerdi.
Esrarkeş
takımı arasında afyon tiryâkilerinde olduğu gibi efendiden ve
ağadan kimseler bulunmazdı. Esrarkeşler serseri, harabati ve işsiz
takımından olduklarından esrar kahvesi kapandıktan sonra
İstanbul’un çeşitli yerlerinde, sokak ortalarında düşüp
kalır, cami avlularına kadar girerek sızıp kalırlardı.
Dr.
Mongeri, 1860 yıllarında İstanbul’da görülen akıl
hastalıklarının bir sebebinin de esrar olduğunu da açıkça dile
getirmiştir.
Esrarkeşlerin
nazarında paranın, hayatın, dünyanın hiç ehemmiyeti yoktur.
Yegâne düşünceleri esrar tedarik etmektir. Bunlar için hayat,
esrardan sonra başlar.
Esrarkeşler
esrar bulamadıkları zaman tırnaklarını kesip içerler. Bunun da
tükendi i zaman zefir, pirinç, çay, süpürge tohumu, kuru tönbaku
içerler.
Esrarkeşlerin
baş ve şehâdet parmaklarının ortaları esrar kırmaktan
çürümüştür. Esrar kırmak için tırnaklarının uygun
yerlerini kesmezler.
Hasan
Bahri, esrarkeşlerin hayatlarını altı basamaklı merdivene
benzeterek, bu basamakları öyle gösterir:
1.
Basamak: ne ’şe, 2. Basamak: Za’fiyet, 3.Basamak: Kayıtsızlık,
4. Basamak: Sefâlet, 5. Basamak: Hastane ve 6. Basamak: Mezar
Osmanlı
dönemindeki Bâtınî tarikatlarından olan abdâllar sürekli esrar
(haşi ) içerlermiş. Öyle ki esrar abdâllara has olarak kabul
edilirdi. Âbdâlların pîrinden İslâm Baba esrar içme
sebeplerini Hz. Ademe dayandırarak şöyle açıklar: “Hazreti
Âdem kûh-ı Serendib’de sedd-i ramak (ölmeyecek kadar yiyip
içme)
için haşi (esrar) eklederdi (yerdi). Biz dâhi ana tâbiyet edüp
miyanımıza (yanımıza) tennûre bağlayıp uryân ve ekl-i haş i
etmekle muttasıl (devamlı) hayrân oluruz. Ve dahi âlemler içre
seyahat ile her köşeyi seyrân ve muttasıl esrar-hârlıkla esrâra
vakıf olup hayran oluruz. İmdi ey hâce revâdır ki sen dahi
esrârımızdan nûş ve gam-ı dünyayı bizim gibi ferâmûş
edip(unutup) esrâr-ı âleme vâkıf u hakâyık-ı eşyâya
(eşyanın hakikatleri) ârif olasın”
Abdâllar
gibi Bektâşîlerin de esrar kullandıkları bilinmektedir.
Erenler!
Tâlib-i esrâra bizden çok niyâz eylen
şarâb-ı
aşkın a’lâsın içen abdâla aşk olsun
Âgehi
(Erenler!
Esrar içip dalga geçen abdâllara bizden selam söyleyin, aşk
şarabının a’lâsını içerek mest olmuş varsa afiyet olsun
yerine aşk olsun diyelim)
Ahmed
Eflâkî de Abdâllar arasında esrar içmenin yaygın olduğunu
dolaylı olarak ifade etmektedir.
Bâki’nin
şu beyiti de yine Abdâlların esrara olan tutkularını açıkça
dile getirmektedir:
Âşık ki suç-ı aşk ile uryân olup gezer
Abdâldur
ki âlemi hayrân olup gezer
Bâki
13.
yüzyılda Anadolu’da Kalenderiler'de haşhaş yeme ve esrar içme
âdeti yaygındı. 15. yüzyıl başlarında ise Kaygusuz Abdal, Rum
Abdâlları arasında esrarın sıkça kullanıldığını gösteren
manzumeler yazmıştır:
Gel
içegör u cür’adan
Kaldır
perdeyi aradan
Osmanlıların
son zamanlarında ‘Menâkıb-ı Mükeyyifât-ı Alem’ türünde
birtakım el yazması, taş basması, resimli, resimsiz kitaplar
neşredilmiştir. Bu eserlerde afyon, esrar, ber , arak, boza, şarap,
kahve insan suretine bürünerek toplantı yaparlar, birbirleri ile
atışarak, kendi üstünlüklerini dile getirirlerdi.
Muhammed
Arif Efendi’nin ‘Afyon Tiryakileri’ adlı bu tarz eserinde
afyonu şöyle anlatmaktadır: “Afyon-ı nâmdâr cümleden
mukaddem gelmeye ayağüzre kalkup derûnunda mezkûr olan fikr-i
fasideyi icrâ içün didikim: ‘Evvelâ mükeyyifât-ı âlem
dedikleri nâ-bekâr işidürem. Ziyâde laf ve güzâf idüp niçe
kelimât-ı nâ-sezâ idermiş . Kendi zu’mlarınca hayli keyfiyet
da’vasın idüp bizim üzerimize tasaddur itmek istemiş . Ben var
iken keyfiyet iddiâsında olmak katı acibdür ki beni hod bilürsiz.
Ma’lûm bâğ u bağçe içinde perverde olmuşdum. Ekseri irfân u
zârifâ bensiz keremiyyet üzre sohbet idemezler.
Dünyâ
ve mâfihâda adı sânı belli kişiyim…”
Esrar
ile ilgili bir bölüm ise öyledir: “Esrâr-ı sebze-pûş
kahraman var bir gülbang-ı cân-sûz çeküp cilvegâhından
şâhin-misâl sıçrayup ayak üzre turup ögünde olan amûd-ı
kerâtını başı üzerinde fırfır çevirüp kendüyi ikisinin
mâbeynine atup eyitdi ki, niçün bî-ma’nâ ve beyhûde kelimât
idersiz…keyfiyetlerin makbûl ve mer ûbu benim ki, her kim beni
isti’mâl eylese Hindistânı seyrider…ve benim sebebimle nice
ârif-cânlar esrâr-ı hakka vâsıl olup her yana nazar-ı âyine
eşkâl-i garibe ve rüsûmât-ı acîbe müşâhede ider. Hakîki
ifâdeden hâli olmazlar. Şu’arâ-yı selef benim hakkımda çok
kasîdeler demişlerdir….”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder